ARŞİV
Türkiye’nin Memur-Sen’e Geçmişten Daha Çok İhtiyacı Var
“Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,/ Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.” Akif’in bu dizelerde dehşetini anlattığı, Çanakkale Savaşı’nın üzerinden neredeyse yüz yıl geçti. Ancak bu görüntünün, tarihsel anlamı saklı kalmakla birlikte, günümüz dünyasını resmeden bir boyutu var. Dünya, ulaşım ve iletişim teknolojisinin de yardımıyla bir zaman ve mekan sıkışması yaşıyor; giderek global bir köye dönüşüyor, denmesi de bununla ilgilidir. Dünyanın pek çok ülkesinin büyük kentlerinde, Doğu’dan Batı’ya her ülkeden insana rastlamak mümkündür. Avustralya’nın en ücra kentinde bir vatandaşımıza, Ankara’nın caddelerinde bir Afrikalıya, bir Japona rastlamak mümkün. Bu sosyolojik yapı aynı zamanda gerçekliği biçimlendiren, karşılıklı etkileşimin yaşandığı, insanların ve örgütlerin sorumluluklarının da belirlendiği alandır.
Bu konumlandırmadan sonra, örgüt olarak sorumluluklarımız ve eylem sınırlarımızın, hem dünya hem de ülkemizin gerçekliği içinde belirlendiğini söyleyebiliriz. Yani eski Türkiye, yeni Türkiye ( ve dünya), bunları biçimlendiren kavramlarla ve koşullarla bir dizi etkileşim-geri besleme, deneme yanılma sürecinin içinde var olmaktadır. Bizler bu döngünün içinde biçimlenirken aynı zamanda bu yapıya bilinçli olarak müdahale ederiz. Başka söyleyişle, bir yandan etki ederken, bir yandan bakışımız, beklentilerimiz, teorilerimiz, burada biçimlenir: Uluslararası Çalışma Örgütü toplantıları için İsviçre’ye, yardım faaliyetleri için Somali’ye, işbirliği için Bosna-Hersek’e gidebiliyoruz. Uluslar Arası Eğitim Felsefesi Kongre’mizde(Eğitim-Bir Sen, 2009) Malezya’dan Dr. Anis Malik Thoha’yı, Amerika’dan Prof. Dr. Oliver Leaman’ı getirmekten kaçınmıyoruz.
İnsanın ekonomik sömürü, siyasi ve toplumsal kölelik lanetinden kurtulma sorunu, neredeyse insanoğlunun tarihi kadar eskidir ve günümüzün de en büyük sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Bu anlamda hem birey hem de örgütlerin mücadelelerinin mantığını anlamak için, insanlığın uzun tarihsel birikimi içinden anahtar işlevi görebilecek kullanışlı iki yaklaşımı seçebiliriz. Bunlar Memur-Sen olarak bizim için son derece işlevsel anlamlar taşıyor. İlki “Görevimiz neyse onu yapmalıyız. Görevimizin ne olduğu da her birimizin yüreğindeki yönelimin, içinde bulunduğu ortamla karşılaştırılmasıyla ortaya çıkar. Yönelimlerimiz ortam içinde gerçekleşmeye çalışarak ortamını zorlar. Ama ortam da koşullar koyarak karşılık verir. Sonuç, çevremiz ile vazgeçilmez benliğimiz arasında bir dinamizm savaşımıdır, bu sürer gider. İkincisi ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin “Güç, dünyada adil olmayan biçimde dağılmıştır ve gerçek mücadele her zaman çıkar çevreleri ve toplumsal adalet arasında yaşanır.” biçimindeki tespiti hem bizim için hem de bölgemizde yaşan gelişmeler için de açıklayıcıdır. Çünkü dünyanın her yerinde (Tarih ve medeniyetimizin mümtaz devletlerini ayırarak söylemek gerekirse) kendilerini hakkın, adaletin ve medeniyetin temsilci olarak gören devletler, sınıflar, hanedanlar, ne zamanki kendilerine başkaldıran bir devlet, bir sınıf, bir topluluk ortaya çıkmışsa, bütün çirkinliklerini, vahşi ve kuralsız öç alma isteklerini sergilemekten kaçınmamışlardır.
Bizim yakın tarihimiz, tam da bu kurallar ve davranışların somutlaştığı tipik örneklerle doludur. Toplum olarak hepimiz, son on yılda, düşünürün “zorlama ve koşulların karşı koyması”, “çıkarların toplumsal gerçeklerle yüzleşmesi biçiminde” anlaşılabilecek ifadesini ve daha da ötesini çok iyi anladık diyebiliyoruz. Çünkü bu ülkenin yakın geçmişinde ve bu gün hala yaşamakta olduğu can yakıcı sorunların temel nedenlerini biliyoruz. Başlangıçta insani nedenlerle geliştirilmiş bir yaşama modelinin, zaman içinde asli gerekçelerinden, mantığından uzaklaşarak, insanların cinnetlerinin gerekçesi haline gelip, kanlı infazların, darbelerin amacı olabileceğinin en yakın şahitleri ve mağdurları olduk. Bizim dışımızdaki kamu çalışanlarının mensup olduğu örgütler çeşitli nedenlerle bu tarihsel zorbalıkla, hukuksuzlukla barışıktır. Kimi asimilasyon ve tek tipleştirmenin gerekçesi olarak gerçekleştirilen idamlara ve katliamlara destek verir, kimi başka ideolojik gerekçelerle darbeleri alkışlar, yeni darbe süreçlerine de doğrudan ya da dolaylı olarak yardım eder.
Biz Memur-Sen olarak, düşünme biçimimiz ve eylemlerimizle, var olan örgütlerden farklıyız. Çünkü bizim düşünme biçimimizde, karşılaştığımız ya da bize sunulan her şeyi bir medeniyet geçmişinin biçimlendirdiği farkındalıkla ele alırız. İlkin kendimizi ve tüm insanlığı dünyanın en şerefli varlığı olarak konumlandırarak işe başlarız. Bu yüzden ”insanı ilgilendiren bizi gerçekten ilgilendirir.” derken aslında yeni bir şey söylemiyoruz, tam aksine kadim bir sorumluluğumuzu hatırlamış oluyoruz. Bu yüzden akıl, onur ve insan mutluluğunun gelişip büyümesinin biricik koşulu olan “özgürlüğü” savunmayı temel hedeflerimizden saymamızdan daha tabiî bir şey olamaz.
Dünyanın yakın tarihinde ülkelerin yönetimlerine egemen olan ideolojiler, devlet sosyalizmi, devlet kapitalizmi, haneden egemenliği ve artan bir oranda da ordunun denetimi altına girdiğine tanık olduk. Siyaset/ yönetici sınıf ve kurumlar yeni taleplere karşı duyarsız kaldıkça, mevcut ideoloji ve yönetimler siyasal-sosyal koşullarla başa çıkamayınca, anlamlı çerçeveler sunamayınca özgürlük ve hak arayışı kaçınılmaz olarak kendi sesini ve örgütünü ortaya çıkaracaktır. Ülkemizde de ne yazık ki hem devlet kapitalizmi, hem çok uluslu şirketlerle işbirliğine giren tekelci tüccar kapitalizmi, hem de ordunun kurumsal sınırlarını aşan özerkliği ve perde arkasında siyaset ve ulus üstü gücüyle yönetildik. Ordu içindeki darbeci yapının siyasi özerkliği aynı zamanda sivil egemenliğe karşı tahammülsüzlüğü ve direnmeyi de temsil ediyordu. Bu darbeci-demokrasi karşıtı yapılanma, her darbe dönemi sonrasında kazandığı anayasal yetkilerle siyasette ve buna bağlı olarak ekonomideki ağırlığını maskeleyerek varlığından dolayı tedirginlik oluşturmamayı bir strateji olarak benimsemişti.
Bu durumu başka bir açıdan “Bir sınıfın kendilerini ülkenin tek sahibi ve tek seveni olarak görmesidir. Lüzumu halinde ülke idaresine el koymayı içeren stratejik plânlar demektir. Özerk bir Genelkurmay ve Askerî Yargı, vesayetçi bir MGK ve YAŞ, askerin kontrolünde bir MİT, JİTEM ve Özel Harp vs. gibi kurumlarla da tahkim edilmesidir. Milli Güvenlik Kurulu kanalıyla ülkenin yönetilmesidir: MGK da, “Devletin Milli Güvenlik siyaseti”ni tayin ve tespit ederek, sivil siyasalarca benimsenerek uygulanıp uygulanmadıklarına nezaret edilmesidir. MGK toplantılarında askerlerin her ay hükümetin icraatını denetlemesidir”.
Darbe tehdidinin ortadan kalktığı bir zamanda hala bu konuda duyarlılığı diri tutmanın bir anlamı yok diyenlerin olduğunu biliyoruz. Ancak bugüne kadar darbecilerle birlikte hareket eden taşeron siviller, yargı önüne çıkarılmayı bırakın, kamuoyunda bile yeterince tartışılamadı. Eğer, “Asıl egemen olan güç, görülmeyen, dolayısıyla da tartışılmayandır.” teorisi doğruysa asıl faillerin hâlâ yakınlarından bile geçemedik. Vesayet sisteminin devamından yana faaliyet gösteren, onlarla işbirliğini sürdüren, kader birliği yapan asker-sivil bürokrasi, üniversite, aydın-gazeteci takımının oluşturduğu tarihsel bloğun arasındaki güçlü bağın tamamen kırılmış olduğunu söylemek zor görünüyor. Darbecilere ev sahipliği yapıp, tabanlarından gelen baskıya dayanamayarak çekilen bir konfederasyonun darbe aleyhtarı demeçlerini kolayca bulamazsınız. Muhalefetin iki büyük partisinden birisi, ETÖ sanığına Allah’ın emaneti diyerek, diğeri de ETÖ’ nün bir numaralı sanığını, talimatla, milletvekili yapabilmiştir. Bugün hâlâ toplumda yüzde 15-20’lik bir kesimin darbelere destek verebileceğinden söz ediliyor. Dolayısıyla bu konuda görevimiz henüz bitmiş değil.
Güce dayalı mantığın bağlı olduğu ve bugün de geçerli olan(ne yazık ki!) yasayı Yunanlı tarihçi anlatımlarında da bulabiliriz. Galip olan Atina’nın temsilcisi, mağlup tarafın temsilcisine acımasız bir umursamazlıkla şöyle diyor: “Siz de bilirsiniz biz de: İnsanlar dünyasında hukuka uygun kanıtların ancak huzurdaki taraflar eşitse bir önemi vardır; eğer bu eşitlik yoksa en güçlüler güçlerini olabildiğince kullanır, en zayıflarsa yalnızca boyun eğer. Bu yasayı biz koymadık, ondan ilk yararlanan da biz olmadık; onu olduğu gibi aldık, bizden sonra gelenlere bırakacağız. Biliyoruz ki, siz ya da başka bir halk, bizimkine eş gücünüz olsa başka türlü davranmazsınız.”[1]
Günümüz dünyasında gücün belirleyiciliğinin en somut kanıtını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yapısında görebiliriz. Siyasal alanda bir yürütme organı olan konsey, on beş ülkeden oluşmakta, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler ABD, Rusya,Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık ve Fransa'dır. Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gereklidir ve daimi üyelerden herhangi birisinin aksi yönde oy kullanmaması gereklidir. BM içtihatlarına göre Güvenlik Konseyi karar alırken veto yetkisine sahip üyelerden biri veya birkaçının oylamaya katılmaması bu üyelerin kararı veto ettiği anlamına gelmektedir. Ayrıca daimi üyelerin çekimser kalmaları da aynı sonucu vermektedir.
Daha açık, net bir ifadeyle söylemem gerekirse, Memur-Sen olarak örgütlü ve güçlü olmadığımız sürece dengelerin tekrar değişmemesi, geçmişin zorbalıklarının yeniden yaşanmasına engel olabilecek yapı henüz tam olarak oluşturulamadı. Çünkü güç dediğimiz, başkaları üzerinde kontrol, otorite sahibi olma ya da yönetebilme hâli her an el değiştirebilir. Biz, söylemlerimizle, eylemlerimizle hakkı, adaleti, barışı, toplumsal refahı savunan; geçmişin derin çıkar kartelinin azgınlığının gücüne ve etkisine meydan okuyan en büyük sivil toplum örgütü olarak kalmak istiyorsak, örgütlenme ve kendimizi yetiştirme faaliyetlerimize aralıksız devam etmek zorundayız.
Bu bağlamda değerlendirmemiz gereken terör, sivil, asker, polis, kadın, öğrenci, anne, çocuk, öğretmen, işçi ayrımı yapmaksızın kan kusuyor. Devletin yeni bir yapılanmayla, geçmişin bütün hatalarından döndüğü, bütün hukuksuzluklara savaş açtığı, bütün asimilasyon politikalarına son verdiği, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini genişletmeye çalıştığı bir zaman diliminde terörün gerçek nedenin asla öne sürülen gerekçeler olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Yaşanan terör belası marjinal gruplardan gönüllü destek bulsa bile büyük bir çoğunluğun terörün karşısında ve birlikte yaşamaktan yana olduğunu biliyoruz. Bütün şehitlerimize rahmet ve yakınlarına baş sağlığı dilerken terörü bir kez daha lanetliyoruz.
Memur-Sen ailesi olarak tarihsel mirası kuşanmanın getirdiği sorumluluklarımızı yol haritamız yaparak bugünlere geldik. Simdi Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü olarak, en sorunlu alanlarımızdan biri olan anayasa sürecinde de öncü bir çalışma yaptık. Yaklaşık 50 bin kişiyle anket ve 61 kanaat önderiyle yüz yüze görüşme suretiyle gerçekleştirdiğimiz Yeni Anayasa Araştırması'nda, hazırlanacak Anayasanın öncelikleri, yargıdaki çeşitlilik, anayasanın hazırlanması sürecindeki katılıma yönelik sorularla toplumun beklentilerini tespit ettik. Sonuçlarını 'Sahadan Yeni Anayasaya' konulu panelde tüm Türkiye ile paylaştık.
4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nda yapılacak değişikliklerle ilgili olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı arasındaki görüşmelerimiz sürüyor.
Somali için ”İnsanlık Ölmedi Yardımlar Afrika’ya” sloganıyla yardım kampanyası başlattık, genel merkez, şahsım, yöneticilerimiz, il temsilcilerimiz hep birlikte sağımıza-solumuza bakmadan insanlığın vicdanı olarak hareket ettik. Bağışlarımızı bu konuda örgütlenmiş Kızılay, Cansuyu, İHH, Kimse Yokmu, Deniz Feneri, Yardımeli gibi oluşumlar üzerinden ihtiyaç sahiplerine ulaştırdık. Genel Basın ve Halkla İlişkiler Sekreterimiz Halit Ortaköy, açlık ve ölümün kol gezdiği Somali’de, Daadap Kampı’nda yedi gün kaldı. Oradaki trajediye tanıklık etti. Söylediği, “Doğu Afrika’da gelişmiş ülkelerin izine rastlamadım.” tespitiyle, eşref-i mahlûkatın sesi olduğumuza bir kez daha inandık.
Bundan sonra, Türkiye’nin Memur-Sen ve bağlı sendikaları olmadan daha özgürlükçü, daha adil, daha kalkınmış bir ülke olamayacağını bilerek hareket edeceğiz. Çünkü Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada sahip olduğu yeni rolü sahici ve kalıcı kılmak için, siyaset dışı araçların ve arayışların zenginleştirilmesi gerektiği hep yazılıp çiziliyor. Ne yazık ki bizim dışımızda bu gerçekleştirebilecek kamu çalışanlarının örgütlü olduğu başka bir örgütlenme bulamazsınız. Çünkü bizim dışımızda kalanlar, soğuk savaş dönemi artığı ideolojiyi ayakta tutma, devlete mevcut konumunun üstünde bir anlam yükleme, iktidar karşıtlığına odaklanma, illegal yapılarla işbirliği gibi maluliyet yaşıyorlar. Dolayısıyla, Türkiye’nin Memur-Sen’in heyecanına, ufkuna geçmişten daha çok ihtiyacı olduğunu unutmamalı ve bu bilinçle hareket etmeliyiz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tukidides (MÖ 460 – 395)
(Memur-Sen Gazetesi'nin 17.Sayısı'nda yayınlanmıştır.)