ARŞİV
ADALETTEKİ GECİKMEYE SON VERMEK İSTİYORSAK GECİKMEKSİZİN YARGI REFORMUNA START VERMELİYİZ
Tutuklama süresine sınırlama getirilmesini öngören Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 102 nci maddesinin 31 Aralık 2010 tarihinde yürürlüğü girmesi sonrasında yaşananlar, kamuoyu gündeminin ilk sıralarına oturdu.
Kamuoyunu doğru bilgilendirmek ve konuyu doğru bir zeminde tartışmak için öncelikle, düzenlemenin geçmişi hakkında bir değerlendirme yapmakta fayda görüyoruz.
102’nci maddesinde tutukluluk sürelerine ilişkin sınırlama öngören 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu 4 Aralık 2004’te kabul edildi ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun yürürlük ve uygulanma şekline ilişkin hükümler içeren 5320 sayılı “Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun” ise 23 Mart 2005’te kabul edildi.
5320 sayılı Kanunu’nun “Tutuklulukta geçen süre ve tanıkların dinlenmesi” başlıklı 12 nci maddesinde; “Ceza Muhakemesi Kanununun 102’nci maddesi, aynı Kanunun 250 nci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yazılı suçlar bakımından, 1 Nisan 2008 tarihinde yürürlüğe girer. Bu süre zarfında 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 110 uncu maddesinin uygulanmasına devam olunur.” hükmüne yer verilmek suretiyle, tutukluk sürelerine ilişkin sınırlama öngören hükmün 1 Nisan 2008 tarihinde yürürlüğe gireceği kayıt altına alındı. Bu hükümde, 26/2/2008 tarihli ve 5739 sayılı Kanunun 6’ncı maddesiyle yapılan değişiklikle, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun tutuklama sürelerine sınırlama getiren 102’nci maddesinin yürürlüğe giriş tarihi “31 Aralık 2010" olarak değiştirilmiştir.
Bunun anlamı, yargı organlarının, tutuklama sürelerine sınırlama getirildiğini 1 Haziran 2005’den, bu hükmün 1 Nisan 2008 itibarıyla yürürlüğe gireceğini ise 31 Mart 2005’ten itibaren bildiği, 1 Nisan 2008 olarak belirlenen yürürlük tarihinin de daha sonra ihtiyaç ve talep üzerine 31/12/2010’a ertelendiği de bilgileri dâhilinde olduğudur. Kısaca, yargı sistemi ve mensupları, tutukluluk süresine ilişkin sınırlamadan 2005’ten yani 5 yıl öncesinden bilgi sahibi olmasına karşın, bu hükümden kaynaklanacak uygulamaların toplum vicdanını yaralamaması adına alınması gereken tedbirleri almamış gibi gözüküyor. Biz, beklerdik ki, Yargıtay başkanı bu hükme bağlı olarak tutukluluk hali sona erenlerden kaynaklanan toplumsal tepkinin kendi üzerlerinde oluşmasını engellemek amaçlı toplantı yapmak yerine, tutuklulukları sona erecek kişilerle ilgili dosyaların ivedilikle karara bağlanmasına yönelik çalışma yapsaydı. Üstelik bunun için ihtiyaç duyduğu süre fazlasıyla mevcuttu.
Konun diğer yönü ise, tutukluluk süresinin sınırlanmasına dayalı olarak salıverilen sanıklarla ilgili oluşan toplumsal tepkinin muhatabının kim olduğudur. Tutuklama yargısal bir işlemdir ve hâkim kararına dayanır. Tutukluluk hali için öngörülen azami sürenin dolması hali hariç olmak üzere tutukluluk haline son vermekte takdiri bir yargısal karardır. Tutuklama da, yargılama faaliyetinin selametine yönelik tedbiri bir işlemdir. Bu noktada, asıl üzerinde durulması gerekenin ceza davalarının makul sürede bitirilmesini sağlayacak bir yargı düzeni ve ceza muhakemesi alanı oluşturmak olmalıdır. Bu kapsamda, 10, 15 hatta Kemal Türkler davasında olduğu gibi 30 yıllık zaman dilimi içinde karara bağlanmayan davaların sorumluluğunun yürütme, yasama veya yargı erkinde mi olduğunu tartışmak yerine davaların daha kısa sürede karara bağlanması için oluşturulması gereken yargı sistemini ortak akılla oluşturmak zorundayız. Kaldı ki, yargı alanında ortaya çıkan aksaklıkların sorumluluğunu bütünüyle yasama ya da yürütme erkine bırakmak da yargı bağımsızlığını yok saymakla eş anlamlıdır.
Yaşanmakta olan tartışmalar, bazı kişiler ve örgütler için turnusol kâğıdı işlevi de görmektedir. Ergenekon davası kapsamında tutuklu olanların iki yıllık tutukluluk sürelerini uzun ve hatta insanlık dışı bulan kimi siyasi partilerin tutukluluk haline son verilenleri gerekçe göstererek tutukluluk süresine ilişkin süre sınırlaması getiren yasal düzenlemeyi, eleştirmesi hatta af olarak nitelendirmesini nasıl anlamlandıracağız. Konuyu siyasi zemine çekme gayret içerisinde olan ve “Ergenekon davasında tutuklu olanlar için 2 yıl uzun bir süre diğer davalarda tutuklu olanlar için 10 yıl kısa bir süre” diyen bu zihniyet, “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” atasözünü somutlaştıran bir tutum içindedir.
Tutukluluk süresinin kısaltılması düzenlemesinin yürürlüğe girmesiyle ortaya çıkan ve ayan beyan hale gelen çelişkiler ve olaylar, yıllardır söyleye geldiğimiz “yargı reformu gerekli” tespitimizin doğruluğunu teyit ediyor. Evet, adalet konusunda toplumsal bir arayış ve mutabakat oluşması gerekiyor. Yargı alanına ilişkin reformist çözümleri de, bu mutabakatla oluşturmak zorundayız. Bu bakımdan, yaşanmakta olan ve kamu vicdanını rahatsız eden mevcut sorun dahil olmak üzere yargı sistemiyle ilgili sorunları, yasama, yürütme ve yargı arasındaki kavga ve polemiklerle değil kuvvetler ayrılığı ilkesinin özünde var olan işbirliği anlayışıyla çözebiliriz.
Bu kapsamda, Memur-Sen olarak; yargı sisteminin geç ya da hiç işlememesinden kaynaklanan sorunların çözümünde aşağıda sıraladığımız önerilerin dikkate alınmasını istiyoruz.
Öncelikle hâkim ve savcı açığı giderilmelidir. Hâkim ve savcı açığı giderilmeden, alınacak diğer tedbirler uygulama imkânından yoksundur.
İstinaf mahkemeleri, kuruluş süreci hızlandırılarak kısa sürede hayata geçirilmelidir. Bu, Yargıtay da dosya birikmesini önleyeceği gibi mevcut birikmiş dosyaların da kısa sürede karara bağlanmasını sağlar.
Ceza mahkemelerinde karar vermeyi kolaylaştıracak ve hızlandıracak iş ve işlemleri gerekçeleştiren, Adli Tıp Kurumu ve Adli Kolluk Teşkilatı gibi yargısal faaliyetlere destek sağlayan kurum ve yapılar, gerekli personel desteği sağlanmak kaydıyla yeniden yapılandırılmalıdır.
Yargı organları tarafından yapılan tebligatların kısa sürede gerçekleştirilmesine imkân sağlanmalıdır. Bu kapsamda, Tebligat Kanunu’nda elektronik posta ve benzeri bilişim yöntemleriyle tebligata izin verecek düzenlemeler yapılmalı, elektronik imzanın somut olarak hayata geçirilmesi sağlanmalıdır.
İstinaf mahkemelerinin kuruluşuna ve etkin bir şekilde faaliyete geçmesine kadar geçecek sürede, -geçici bir düzenlemeyle- Yargıtay’daki daire sayısının artırılması suretiyle mevcut birikmiş dosyaların karara bağlanması sağlanmalıdır.
Kamuoyunda bilinen adıyla Cihaner dosyasını 3 ayda karara bağlarken hangi gerekçeyle olduğu belirsiz bir şekilde 10 yıldır bazı davaları hala karara bağlayamayan Yargıtay’ın özellikle de ceza davalarında dosyanın ele alınmasına ilişkin takdiri keyfiyetinin ortadan kaldırılması amacıyla, mutlaka yasal bir düzenleme yapılmalıdır.
Unutmamalı ki, adalet; sadece kararın doğruluğuna dayanan bir değer değildir. Adaleti değerli kılan, doğru kararın makul bir süre içerisinde verilmesidir. Kaplumbağa hızıyla işleyen yargı sistemi, teorik açıdan adaleti tanımlayamayacağı gibi pratik açıdan da adaleti tesis edemez.