ARŞİV
Bin Yıllık Desende Bir ve Beraberiz
“Bin Yıllık Desende Bir ve Beraberiz” böyle inandık ve bu inancı Uluslarası Demokrasi Kongresi’nin ana eksenine yerleştirdik. Birbirimize yürek aşırı mevzularla bağlı olduğumuzu bilerek adım attık. Can yakıcı, yürek dağlayıcı sorunlarımızın bağlarımızı yok etmeye gücünün yetmeyeceğine olan inancımızı hep koruduk.
“Hayret ve hayret ve hayret”[1] birileri böyle düşünmüyordu. Bizi biz yapan, bizi görünmeyen sayısız ilmeklerle birbirimize bağlayan dokuyu yok saydılar. Milletin büyük bir çoğunluğu olarak tahammülü zor acılara maruz bırakıldık. Devleti kurtaracağım diyenlerin türlü zorbalıklar altında, hayatlarımızı kurmaya çalışırken, kimimiz sevdiklerimizi kimimiz hayallerini yitirdi. Çoğumuzun hafızasında il il dağıtılmış katliamların, idamların, faili meçhullerin(?), meslekleri ellerinden alınanların, üniversite yerleşkelerine kurulmuş ikna odalarının acıları var. Ve toplumsal hafızamızda tetiklendiğinde ortaya çıkan ve çıkmayı bekleyen sayısız yıkımların canlı arşivleri saklı.
Toplumun kahir bir ekseriyeti darbelerin bitmesini beklerken, hayat denen mucizeyi, yitirdi ya da bir daha yaşanmamak üzere ertelemek zorunda kaldı. Bu çağdışı yönetim biçiminden siyaset kurumu da payına düşeni aldı; önce yıpratıldı sonra birikimlerine el kondu, donanımlı kadroları vebalı gibi gösterilip hayatın dışına atılmaya çalışıldı. Adına darbe dediğimiz süreçlerinin çıplak gözle kolayca görülmeyen, bugün hâlâ etkisini sürdüren en büyük yıkımı,”ülkenin siyasal, ekonomik ve toplumsal dokusunu tahrip etmeleri“ olmuştur. Bunun yanında örgütlü hak arama bilincinin temelini oluşturan “güven” duygusu da tamiri zor yaralar almıştır. Hedefleri kendi değerinden, gücünden, şüphe eden; birlikte iş yapma, gelecek inşa etme iradesi yaralı; birbirine düşman toplum oluşturmak, sonra da bu parçalanmış yapı üzerinden iktidarlarını sürdürmekti. Ve kısmen de başarılı oldular.
Ancak, değişim ve dönüşüm hızından hiçbir şey yitirmedi. En genel anlamıyla daha Endüstri Devrimi’nin başından itibaren var olan ve “sermayenin etki alanının artması” olarak nitelenen küreselleşme, yaşanan krizlere rağmen yoluna devam etti. Ve tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de siyasi, ekonomik, kültürel ve dış politika boyutlarını da içine alan birçok alanda değişim ve dönüşümün tetikleyicisi ve sürükleyicisi olma vasfını bugüne dek sürdürdü.
Küreselleşmeyi sadece ekonomik alandaki gelişmeleri etkileyen bir unsur olarak da görmemek gerekir. Evet, küreselleşmeyle[2] beraber malların ve sermayenin serbestçe dolaşımı, insanların daha sık seyahat etmeleri, bilgi-iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler ve internet kullanımı giderek yaygınlaşmıştır. Ama en az bunlar kadar önemli olan saydamlık, hesap verebilirlik, gelir dağılımının daha âdil olması, yolsuzlukların azalması, siyasi özgürlükler, demokrasi, insan haklarına saygının artması gibi alanlarda da şaşırtıcı değişimler ve dönüşümler yaşanmıştır.
Dünyada insanı ilgilendiren her alanda devasa adımlar atılırken, Türkiye’nin vesayetçi bürokrasisi gelişmeleri kavrayacak ve yönetecek, yetkinliğe hiçbir zaman sahip olamadı. Kendileri olamadıkları gibi toplumun kendi önderlerini, öncülerini yetiştirmesine, sivil iradeyle kendi toplumsal sözleşmesini yapmasına da izin verilmedi.
Bugüne kadar her insani talebi sadece coğrafyamızla sınırlı olduğuna ve nasıl isterlerse öyle çözebileceklerini zanneden bürokratik elitler; asimilasyon, yasaklama, yok etme gibi yöntemlerin dışındaki seçenekleri yok saydı. Ve sorunların bir gün uluslar arası boyuta taşınabileceğini, Türkiye’nin insan hakları ihlallerinde en çok yargılanan ülkelerden biri olabileceğini ön göremediler. Devletin resmi belgelerinde açıkça yer almasa bile” insanlığın paylaştığı, adalet, hak ve özgürlükleri reddederek devleti yaşatabileceklerini sandılar. Oysa bu temel kavramların farkında olan insanlarla çatışan hiçbir yönetim biçiminin ne kendilerini devleti korumaları mümkün değildir. Göremedikleri başka bir gerçek de artık dünyanın neresinde olursa olsun, insana yapılmış her zorbalığı kendilerine de yapılmış sayan duyarlı kitlelerin varlığıydı.
Bu yok sayma, yok etme, yasaklama ve asimilasyon politikalarının sonuçları, iki milyon göçmenin batıda yer alan şehirlerimize yerleşmesi; işsiz, eğitimsiz, gelecekten umutsuz, geçmişle geleneksel bağlarını yitirmiş azımsanmayacak bir gençliğin ortaya çıkmasına; yarım milyondan fazlasının Avrupa ülkelerine iltica etmesine, derinleşen acılar, cenazeler, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik kayıp ve diplomatik yaptırımlar olarak karşımıza çıkmıştır. Bu stratejik körlüğün en önemli sonuçlarından biri de PKK’ya karşı yürütülen savaşta ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ‘derin devlet’ olarak bilinen devlet unsurları ile yasadışı unsurlar- veya mafya- arasında gayri resmi ittifakların gelişmesine yol açtı. 1996 yılının “Susurluk Olayı” ile günümüzde devam eden “Ergenekon Davası”na bu gözle bakılabilir. Unutmayalım bu suçluların ittifakı, hayali ihracat ve uyuşturucu kaçakçılığından elde ettikleri paralarla devlete sızmış, bazı kamu görevlilerini satın almış, devlet düşmanı olarak gördüklerini öldürmüş, darbeye hazırlık dönemlerinde tetikçi aktör olarak hayatımızda hep yer almaya devam etmişlerdir. Hatırlayalım bir çete lideri: ‘Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, ben öldürttüm. Şimdi canlı söylüyorum.” derken kardeşi de, ‘Devlet için mermi sıktık.’ diyebiliyordu.
Türkiye, daha geniş bir perspektiften baktığımızda, uzun zamandır parlamenter rejim ile askeri diktatörlük olasılığı arasında gidip gelmek zorunda bırakıldı. Bunda siyasilerin boy ölçüşmeci ve yok etmeye ayarlanmış siyaset üslubu; bu üslubun toplumun geniş bir kesimi tarafından, farkında olunmadan, benimsenmesi de etkili olmuştur. İlk defa bu üslubun dışına çıkmaya çalışan Rahmetli Özal, kısmen başarılı olabildi. Çünkü O, ekonomi düzeldiğinde her şeyin, ne yazık ki, düzeleceğini öngörüyordu. Dönemsel olarak Avrupa’da demokrasi ve insan hakları ve normlarını yeniden tanımlama ve genişletme çalışmalarında henüz yeni bir başlangıç yapılmıştı. Türkiye Batı nezdinde hâlâ “Soğuk Savaş”la ilgili bir enstrüman olarak düşünülmeye devam ediliyordu. Bu durum daha yeni, daha evrensel normların ülkemize taşınmasına ve toplum tarafından benimsenmesine engel olmuştur. Doğal olarak yasaklardan beslenen vesayetçi bürokrasi ve büyük tüccarlar, Özal’ı her yönden- Başarısız bir suikast girişimine bile uğradı- kuşattılar. Sonuç olarak demokratikleşme ve hukuk reformuna el atmamasının bedelini ona çok ağır ödettiler.
Yeni bir Türkiye’ye geçişte en büyük zorluklardan biri- belki de en önemlisi- soğuk savaş döneminde “sol-komünizm” karşıtlığı ekseninde örgütlenen Türk milliyetçiliği, bu dönemin sona ermesiyle birlikte, yeni bir eksen olarak Batı karşıtlığı ( temel hak ve özgürlük taleplerine karşı duyarlı yanını görmezden gelerek) olarak belirlemiştir. Sol da nerdeyse onlarla paralel biçimde -Soğuk Savaş ve komünizmin -bitmesiyle birlikte dağılmış ve “ulusalcılık” adıyla anılmaya başlanan ve yine AB, demokrasi ve özgürlük karşıtlığı biçiminde örgütlenmiştir. Benzer bir yaklaşımı siyasette MHP- CHP yakınlaşmasında, sendikalarda da KESK ve KAMU-SEN’in stratejik beraberliklerinde görebiliriz. Sonuç olarak bu “yeni milliyetçilik” ortak bir zemin, ortak bir müdafaa hattı haline getirilmiştir. Bu grupların vesayetçi bürokrasi ile beraber topluma dayattıkları teklif şu oldu: Devleti mi seçeceksin hukuku mu? Birbirine karşı iki düşman gibi konumlandırılan bu iki araç arasında insanlardan devleti seçmeleri istendi. Böylelikle hukuk ve insan hakları rafa kaldırılmış oldu. Oysa devletler, hukuka uymadıkları zaman çatışma ve yıkımdan kaçamamışlardır. Bu iki ayrı uçta yer alan gruplarla ilgili olarak söylenebilecek ortak bir tespit de Atatürk’ün muasır medeniyet olarak hedef gösterdiği Avrupa’nın demokrasi ve özgürlük kıstaslarını benimsemeyi bile bölücülük olarak nitelendirmeleridir.
Bugün çok daha iyi biliyoruz ki, bir ülkenin dönüşümü, siyasal kültürü ve kurumlarıyla birlikte düşünülmediğinde kalıcı sonuçlar almak zordur. Buna darbe anayasasının darbeci kurumlarını uzun zamandır kendi değerlerinden dolayı yargılanan, hor görülen, nerdeyse her on yılda bir tekrarlanan darbelerle, ısmarlama haberlerle hırpalanmış bir toplumsal bellek ve öngörü varken sonuç almak daha da zor olacaktır. Bugün yaşadığımız sürecin her safhasında gördüklerimiz bu bakımdan okunabilecek açıklıktadır.
Şimdi "sürdürülebilir ekonomik kalkınma" ile birlikte "toplumsal mutabakat ve barış" içinde, birlikte yaşamaya dair yara alan inançlarımız hızla onarılmalı ve güçlendirilmelidir. Aksi halde ekonomik ve siyasal istikrarın sağlanması da tutarlı bir dış politikanın izlenmesi de mümkün değildir. Hatırlayalım, yakın geçmişte toplumsal istikrarsızlık siyasal istikrarsızlığa, siyasal istikrarsızlık da ekonomik istikrarsızlığa yol açmış; bunların sonucunda da demokrasi rafa kaldırılmış, darbe ideolojisi için de yeniden ve daha güçlü ve daha kalıcı kafeslerin inşasına yol açmıştır.
Şimdi yeni bir dönemin arifesindeyiz. Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha şeffaf bir yönetim ekseninde oluşan bir toplumsal mutabakattan, yeni bir bakış açısından söz edebiliyoruz. Bu anlamda İktidar partisinin bugüne kadar el atılmamış temel sorunlara yaklaşırken “müzakere-uzlaşma ve çözüm”ü yöntem olarak benimsemesini, ortak bir dil geliştirme çabasını, özellikle sivil toplum örgütleriyle, meslek kuruluşlarıyla, ekonominin temsilcileriyle, akademisyenlerle, medya yazarlarıyla, şimdilerde de sanatçılarla görüşerek yol almaya çalışmasını anlamlı buluyoruz. Ancak, AK Parti sosyolojik derinliği olan daha tutarlı programlar geliştirmek zorundalar. Aksi halde ülkenin bütün ” gerilimli, hassas konularında “ gündelik politikalarla yetinmek zorunda kalacaklardır. Ve bu durum onları çoğu zaman bir söylem-eylem krizi yaşamalarına sebep olacaktır.
Ve hiç kimse unutmamalıdır ki her yenilik- yeni bir fikir yeni bir yaşantı vb.- dirençle karşılaşır. Bugün aşılamaz gibi görünen direnç zaman içinde eriyecektir. Çünkü her türlü olumsuzluğun ötesinde çok sağlam bir gerçeğimiz var. Hepimiz, tüm insanlık, genel anlamda daha akıllı ve daha iyi eğitim almaya başladık. Bu gelişmenin anlamı İnsanlık tarihinin en büyük eğitim patlamasının sonucu olarak el emeğinden bilgi emeğine geçiş, eğitim yelpazesindeki değişiklikler, yaşam boyu öğrenme ile sınırlı değildir : “insanların değer yargılarında, özgüvenlerinde, hak arama bilinçlerinde inanılmaz derecede etkili olmuştur.”
Sonuç olarak, hepimiz bir taraftan dünya bir taraftan bir ulusun yurttaşlarıyız. Her iki alanın sağladığı olanaklar içinde var oluyoruz. Ve dikkatle baktığımızda, adım attığımız her yerde seçim yapmamız gereken sayısız tercihle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bunların arasında mutlaka seçilmesi gerekenler olduğu gibi, hayatımızda bir daha asla bir seçenek olarak teklif edilmemesi gereken de vardır.
Biz Memur-Sen konfederasyonu olarak seçimimizi daha demokratik, daha adaletli, refah düzeyi yüksek, insan haklarına duyarlı bir Türkiye’den yana yaptık. Böyle bir Türkiye’nin kurulması için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada sorumluluk almaya devam edeceğiz. Emek, özgürlük ve demokrasi konusunda toplumun tüm katmanlarının kalıcı bir duyarlılığa sahip olması konusunda gösterdiğimiz çabanın artarak devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü devraldığımız medeniyet mirası, sahip olduğumuz inanç ve ahlaki değerler bunu gerektirir. Çünkü biz, her birimiz, kurucu genel başkanımızdan miras aldığımız ” her eylem yeniden diriltir beni” idealinin hakkını verdikten sonra, yine bu dizeleri miras bırakacağız. Tıpkı devraldığımız bir başka gerçek gibi:
Ayrılığın sevdaya yaptığı, rüzgârın ateşe yaptığıyla bir ve eşittir. Küçük olanları söndürür, büyük olanları büyütür, büyütür. Yangın yapar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Cahit zarifoğlu
[1] Geleneksel emperyalizmden modern emperyalizme geçişin yeni adıdır. Avrupa ve ABD’nin yeni yayılmacılık yöntemleri, 1945 sonrası sömürge ülkelerin artan bağımsızlık mücadeleleri ve bağımsızlığını kazanan bu ülkelerin merkeze olan bağlılıklarının yeni kavram, yeni bir merkez-çevre bağımlılık ilişkisi ile sürdürülmesi boyutunu elbette göz ardı edemeyiz.