ARŞİV
Demokrasiye Karar Verme Zamanı
Seçim, çocukluğumuzdaki oyuncak seçiminden başlayarak, son nefesimize kadar devam eden bir süreçtir: Oynadığımız oyunlarda eş, okullarda sınıf başkanı, hayat arkadaşımız; muhtarlık, belediye, milletvekilliği, cumhurbaşkanlığına dek uzanan siyasal seçim zincirleri… Gündelik hayatta kullandığımız araçlarla ilgili seçimlerimiz. Yine gündelik dilde kullandığımız, “Ayağımızı bastığımız her yerde en az yüz seçenek vardır.” gibi örnekler hep yakınımızda olmuştur. Bu kadar yakınımızda olan seçim olgusu; toplum, siyasal tercihler ve seçim gibi iç içe geçmiş alanlarla ilgili olduğunda kaotik bir hal almaktadır.
Sayısız nehrin aktığı bu kaotik alanda, bir başlangıç belirlemek, tutarlı, anlaşılır sonuçlara ulaşmak için farklı ve yoğun bir çabaya ihtiyacımız olacak. İçine politik seçimleri de yerleştirebileceğimiz demokrasi, demokrasinin içinde de demos’un yani toplumun kurgulanmasından başlayabiliriz. Çünkü toplumsal bölünmeler sosyal çatışmaları, sosyal çatışmalar partileri oluşturacak güce her zaman sahip olmuştur. Çatışma ve partileşmenin özünde, sistemin kimin tarafından düzenleneceği, hangi hedeflerin izleneceği gibi konular vardır. Ki bu yolla, benzer sosyo- ekonomik çıkarlara ve benzer değerlere sahip olan bireyler, ortak hedeflerine varmaya çalışırlar. Çünkü demokrasi, “halkın hükümranlığı” veya “halkın egemenliği”dir. Yani aristokrasi ile monarşi’nin karşıtıdır.
Tarihsel perspektiften demokrasinin seyrine baktığımızda, Batılı ülkelerde ilk sosyal bölünme ve gruplaşmaların değerler sisteminden kaynaklandığını görürüz. Zaman içinde egemenlik ve ekonomik kaynaklar, seçkinci-savaşçı-fetihçi kişi ve grupların elinden kurtarılmış, ideolojik gerilimler kanlı bir şekilde boşaltılmış en sonunda da şimdiki siyasal olgunluğa ulaşılmıştır. Bu yüzden, “Günümüzün Batı dünyasında, politik çatışmalar, daha çok çıkar çatışması ekseninde gelişmektedir, diyebiliyoruz.” Bu noktaya gelinceye kadar süren toplumsal bölünme ve çatışmaların tetikleyicilerinin ithal edilmediği gerçeğini de unutmamalıyız.
Bizde demokrasi ve seçimlerin tarihini, Batı ile karşılaştırdığımızda,‘kendi gerçekliğimizden kaynaklanmayan, pek çok oluşumla karşılaşırız. Bunlar, en az yüz senelik gecikmeyle bizim coğrafyamızda ortaya çıkmıştır. Yaklaşık iki yüz senedir kendi içimizdeki pek çok konuda olduğu gibi, siyasal alanda da taleplerimizi belirlerken standart olarak Batılı demokrasileri alıyoruz. AB’yle kurduğumuz ortaklık antlaşmaları çerçevesinde sürekli onlara uymaya, bunun için de uyum yasaları çıkarmaya çalışıyoruz. Yani pek çok alanda, görülmedik bir hızda ve boyutta değişim süreci yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Ancak imparatorluk sonrası yeni bir devlet modeli, yeni bir yönetim biçimiyle yolumuza devam ederken, yeni iktidar dengelerinin de ortaya çıktığını gördük. Yeni yönetim biçimi, yeni imtiyazlı sınıflar ortaya çıkarırken, aynı zamanda, kendi küskünlerini ve ötekilerini de çıkarmıştır. Bu yeni yapı, ne yazık ki, miras aldığı toplumsal bölünmeleri ve ortaya çıkan yeni sınıfları ortak değerler etrafında buluşturamamıştır.
Kökleri yüzyıla-yüzyıllara uzanan toplumsal gruplar, üyelerine farklı toplumsallaşma süreci yaşatırlar. İzledikleri bu yöntemle, üyelerinin siyasal tutumlarına da etki ederler. Bu tespitin, seçmen davranışlarını bütünüyle açıklamasa da, içinde önemli verileri barındırır. Çünkü seçmen olarak bireyin kişiliği, toplumsallaşma ve yaşam deneyimlerinin sonucu olarak ortaya çıkar. Buradan da insanların benzer şeyler düşünmesini, hissetmesini ve eylemde bulunmasını anlamak için bir yol bulabiliriz. Psikoloji, psikiyatri, sosyoloji gibi disiplinlerin, “Toplumsal karakterin içeriğinin belli bir toplumun gerekliliklerine bağlı olduğunu; bu gerekliliklerin bireyin karakterini biçimlendirdiğini, bu yolla bireyin yapmak zorunda olduklarını yapmak ister hale geldiğini; sonuçta, toplumsal sistemin gereklilikleri ve talepleri tarafından biçimlendirilmiş bir birey/seçmen profiline ulaşabilir.” gibi tespitleri ve içinde son derece önemli gerçekleri barındırır. Seçmen davranışlarını sosyal gruplar üzerinden okumak konusunda, İslamcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik, Türkçülük, Kürtçülük, laiklik, Sünnilik, Alevilik ve etnisite gibi kavramlarla ilgili tartışmalara yakından bakmak yeterlidir.
Diğer yandan şemalar, birey/seçmen davranışlarını anlamak için başvurmamız gereken kavramlardan biridir. Şema, insanların birikimlerinin sonucu ortaya çıkan, olayları yorumlamada kullandıkları, çoğu zaman basit, zihinsel yapılardır. Gruplar da sahip oldukları ve kendilerini temsil eden anlam şemaları ve sembollerle, üyelerini hem günlük hayatın dünyevi havasından alır, hem de grupla yeniden birleştirir. Bunu yaparken de, toplumsal hayatın, içinde politik yaşantının da bulunduğu, karmaşık gerçekliğini de organize eder. Dolayısıyla, seçmen olarak birey; bu anlam şemalarına bakarak yönlenir ve içinde bulunduğu politik dünyayı anlamlandırır, bir referans noktası olarak kullanır, sorumluluklarını belirler.
Siyasetçilerin hedefi de bu anlam şemalarını, yol haritalarını etkilemektir. Çünkü birey /seçmen kendisine ulaşan ya da karşılaştığı yeni bilgiyi-mesajı bu şemalar ve yol haritalarının yardımı ile süzer, seçer, kodlar, sınıflandırır, etiketler ve mevcut yapıyla bütünleştirir. Bu durumu çok iyi bilen siyasetçiler, seçim kampanyalarını derin düşünceler, sorunlar, çözüm önerileri üzerine temellendirmezler; halkın sorunları üzerinde, çok alt düzeyde akıl yürütebileceğinden hareketle, çok yalın açıklamalar yaparlar. Halk nezdinde bu yalın açıklamalar, çoğu zaman etkili olabilmektedir. Politik mesajların bu düzeyde iletilmesinin başka bir nedeni de seçim döneminin en etkili-zorunlu- aracı görüntü ağırlıklı, en az- en etkili sözle seçmenlere ulaşmak zorunda olmalarıdır. Bu araçlarla da, doğal olarak, karmaşık sorunların ve çözüm önerilerinin aktarılması oldukça zordur. Seçmenlerin çok az ilgi gösterme yönündeki bu eğilimi, büyük bir olasılıkla, bireylerin bilgiyi elde etmek için ödemeyi göze alacakları maliyetle (zaman-emek-para, vb.) doğru orantılı olacaktır. Daha da önemlisi, bir seçmen çoğunluğunun kafasında sınırları iyi çizilmiş, yalın bir sorun, muhalif bir partinin ileri süreceği sorunların ve çözüm önerilerinin etkileme gücünü sınırlayabilir.
Hangi araçlarla olursa olsun, kendisini yetiştirmiş olan insanlar- ki bunlara seçkinler de diyebiliriz- ayrıca ele alınmalıdır. Bu insanlar, sahip oldukları değerlerin, bu değerleri oluşturan unsurların ve bu unsurların kendi aralarında kurdukları bağların açık seçik farkındadırlar. Dolayısıyla bu kesimin, olup bitenleri kendilerine göre yorumlayabildiklerine, yeniden çerçeveleyebildiklerine; bu yolla farklı bir yapıya büründürebildiklerine, daha etkileyici bir hâle getirebildiklerine tanık oluruz. Bu bağlamda siyasi seçkinler de, geliştirdikleri politik çerçevelemeyi kurumsallaştırarak kitleleri yönlendirmek, kalıcı aidiyetler geliştirmek için kullanırlar. Ancak bu yöntemin, zaman içinde, bir çeşit “politik hapishane”ler inşa edebildiğini de unutmamalıyız.
Buraya kadar olan kısımda, genel olarak, “seçim", Batı’da ve bizde demokrasinin seyri, gruplar ve seçmen olarak birey davranışı, anlam şemaları, seçkinlik ve politik seçkinlik gibi konulara-okuyucu için sıkıcı da olsa- güncel siyaset ve seçmen ilişkisini temellendirmek için zorunlu olarak değindim. Çünkü biz, sonuç odaklı düşünmeye alışkınız, oysa süreç odaklı düşünmek bizi olup bitenlerin kaynağına daha çok yaklaştırır. Bu tespitten hareketle, Siyasal kültürümüzün, biz-onlar, dost-düşman ayırımı üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Bu siyaset biçimi, grup içi dayanışmayı, toleransı; kendi grubunun dışındakiler için bir düşman-savaş mantığının getirdiği hoşgörüsüzlüğü çoğaltmaktadır. Bu durumdan en büyük zararı, demokrasinin özünü oluşturan hoşgörü ve birlikte yaşama iradesi görmektedir; “çatışmalardan darbe gerekçesi üretenler” ise bu durumu kendi kirli emelleri için bir fırsat olarak görebilmektedirler.
Siyasal hayatımıza ilişkin yapılan araştırmalardan çıkan başka bir sonuç da “devlet” olgusunun ele alınış biçimidir. Devlet; politikamızın, hatta bütün insanlık-medeniyet değerlerimizin ötesinde bir konuma yerleştirilmiştir. Çok partili hayatla beraber, bu konumlandırmanın giderek gevşediğini; siyasetin halka daha yakın, sorunlara daha duyarlı hale geldiğini kısmen kabul edebiliriz. Ancak siyasal partilerimizin önemli bir kısmı kendilerini tanımlarken hâlâ “devlete sadakati” temel alabiliyorlar, yine milletten, “yüce, güçlü ve kutsal devlet”e sadakat istemeyi temel bir strateji olarak benimseyebiliyorlar. Siyaseti, devletçiliği savunmak, bunun karşılığında, üretilen ekonomik değeri ve kadroları parti teşkilatları üzerinden dağıtmak biçiminde anlıyorlar. Siyasi söylemlerinin sınırlarını, darbecilerin iradelerini yansıtan anayasa, bu anayasanın yasakları, dokunulmazları üzerinden belirleyebiliyorlar. Bu yüzden de meşru bir yoldan iktidara gelemeyeceklerinin bilinciyle, illegal-derin ittifakların peşinden gidebiliyorlar.
Sonuç olarak, tüm gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi daha “bilinçli birey” ve daha “örgütlü toplum” olduğumuz zaman, daha yaşanası bir ülke olabiliriz. Bunun için de partilerimiz, kendilerine evrensel politika aynasından bakmalıdır. Memurlarımıza, zorba bir anlayışla dayatılan siyaset yasağı, zaman kaybetmeden, kaldırılmalıdır. İnsanımız, kendilerini ilgilendiren konularda söz sahibi olmak için seçim takvimini beklememeli, demokratik katılımlarını oy vermekle sınırlandırmamalıdır.
(Bu makale, Kamu'da Sosyal Politika Dergisi'nin Nisan 2011 sayısında yayınlanmıştır.)