ARŞİV
Medeniyet Coğrafyamıza Yeniden Dönerken
İnsanlık tarihinin başlangıcına ve aynı zamanda bütün semavi dinlerin doğuşuna, yayılışına tanıklık etmiş bu topraklar, dünyanın dört bir tarafına dağılmış inanç gruplarının kendilerini yakın ve bağlı hissettikleri, kalplerini, gönüllerini, yönlerini çevirdikleri bu coğrafya, tarih boyunca hep cezbedici bir özellik taşıdı. Kendisinde güç bulunduran bütün kralların, hükümdarların, imparatorların, devletlerin gözü hep bu bölgeye odaklandı, oraya hakim olunamadıkça dünyaya egemenliğin tescil edilmeyeceği algısı, tasavvurların tasarrufa dönüşmesine yol açtı. Bu durum, Orta Doğu’yu çevreleyen tüm havzaların ama özellikle de Anadolu’nun stratejik olarak sürekli ön planda yer almasını sağladı.
Bütün inanç ve kültürlerin asırlar boyunca sulh ve sükun içinde yaşadığı, toplumların tamamının kendisini aynı medeniyet ve milletin önemli bir parçası hissettiği ve adına Cihan Devleti de denilen Osmanlı asırları boyunca, sadece Şam’ın, Bağdat’ın, Kudüs’ün, Kahire’nin değil, Bosna’nın, Kosova’nın,, Bakü’ nün, Trablus’un, Yemen’in başı dara düştüğünde, doğrudan İstanbul’un, Anadolu’nun da başı ağrıdı. Tabii olarak, l. Dünya Savaşı ve akabinde İstanbul’ un ve Anadolu’nun işgali sürecinde sadece yakın coğrafyada yaşayanlar değil çok uzak topraklarda yaşadıkları halde aynı medeniyet değerlerini taşıyan topluluklar da aynı duyarlılığı ve asil davranışları göstererek yanımızda oldular.
Bu havzanın kadim medeniyetinin üzgün, umutsuz ve yorgun çocukları, zorlama sınırlarla onlarca zorlama devlet kurulup başlarına şedid diktatörler oturtulsa da, bitip tükenmek bilmeyen karışıklıklar, iç savaşlar, işgallerle kan revan içinde kalsa da, yeraltı zenginlikleri ve enerji kaynakları iştahları kabartıp derin pazarlıklara malzeme edilse de, 2. dünya savaşından sonra bölgeye İsrail monte edilip koruma altına alınsa da, öteden beri kardeş olmanın verdiği güvenle yaşayan topluluklar arasına nifak tohumları ekilse ve aralarına yüksek duvarlar örülse de, devlet düzeyinde değilse bile, kendi yüreklerinde, gönüllerinde, evlerinde, sokaklarında geçmişte olduğu gibi birbirlerinin elinden tutmaya, dertleriyle dertlenmeye, medeniyet değerlerine sahip çıkmaya devam ettiler.
Türkiye’ de ise, kurucu felsefe ve resmi ideoloji gereği, yeni bir ulus devlet, yeni bir kimlik oluşturma amacına binaen uzun yıllar dört yanımızın düşmanla çevrili olduğu hikayesini okuyan ve memleketin içini dizayn etme kaygısını, iç tehdit ve özellikle irtica paranoyasına dönüştüren devlet aklı, küresel rüzgarlara dayanamayan Demirperde’nin çok sağlam zannedilen duvarlarının yıkılma sürecini ıskaladı.
Türkiye şimdi başka bir dış politika gerçeği ile karşı karşıya. Çevresindeki diktatöryaların hızla devrildiği ve büyük dönüşümlerin gerçekleştiği bu günlerde, attığı adımlarla Balkanlara ve Arap sokaklarına yeniden girdi. Ancak, sorun çözme kabiliyeti gittikçe yükselen Türkiye’nin hala darbe sonucu yapılan bir anayasayla yönetiliyor olması, hem içe hem de dışa dönük devasa hamleler esnasında önüne çıkan engelleri aşma bakımından zorlanmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’ nin dış politika vizyonuna ayırdığımız bu sayıda Yeni Anayasa’ ya dair tahlil ve tekliflere de yer verdik. Katkı sağlayan bütün yazar ve akademisyenlere şükranlarımı sunuyorum.
(Bu makale, Memur-Sen Konfederasyonu “Kamu'da Sosyal Politika Dergisi”nin 2011, 18 Sayı-No’lu nüshasında yayınlanmıştır.)