ARŞİV
Varım ve Buradayım
İnsanların sahip oldukları kültür; potansiyellerinin farkına varmalarında ve kendi seçenekleri içinde özgürce seçimler yapabilmelerinde en belirleyici unsurdur, yaşadıkları dünyayı anlamlandırmalarında, orada egemen olan güç-iktidar ilişkilerinin sınırlarını görmelerinde en etkili araçtır; bütün hak arama mücadelelerinde olduğu gibi, sendikal mücadelenin uzun menzilli yürüyüşünün de en büyük kozudur; böylesi yürüyüşlere katılan bireylere “ Buradayım!” dedirten en büyük inşacıdır.
Buradayım (bu yerdeyim), bir sınır durumudur: kendi sınırlarının farkında olma halinin dışa vurumudur, bir bilinçlenme içeriğinin, bilinçlenme gereksinimi ile kesiştiği yerdir; aynı zamanda bir başkasına seslenmedir, hazır olmayı dile getirir; başlangıç olma anlamı taşır. Ve zaman içinde ön görülmüş bir hedefe (ora’ya) doğru ilerlemeyi muhtevasında taşır.
Buradayım, geçmişten geleceğe doğru akışın şimdide odaklaşan sesidir. Başka bir deyişle üç ayrı bilinç boyutunun bu yoğun noktadaki kesişmesidir: Bilinçlenme yürüyüşü sırasında dönüp geriye bakma: Nereden geldim, ne kadar yol aldım? İleriye bakma: Nereye doğru gidiyorum? Ne kadar yolum kaldı? Ve şimdi: Ne yapıyorum, niçin yapıyorum?
Şimdi, insanın kendi yaşadığı deneyimlerden ve içinde yaşadığı toplumun ona aktardığı atalarının geçmişinden oluşur. Başka bir söyleyişle, her geçmiş başka bir geçmişin yaşanmışlıklarıyla örülüdür. Çünkü hayat, aralıksız bir yürüyüştür. Hayat için sürelerden, aşamalardan, dönemlerden söz ediliyor olsa bile, gerçekte hayat, bir noktadan başka bir noktaya kat edilen yollar, yıllar süren kesintisiz oluşumlardır. Ve bu kesintisiz akışın belli bir aşamasından sonra, yeni yönler, yeni hedefler belirlenir.
Aynı zamanda şimdi, daha önce gelişmiş ve doruğuna varmış olan bir insanlık evreninden başlar. Bu demektir ki insan için yeni bir şey icat etme gereksinimi duymadan, yalnızca içine yerleşip, bireysel gelişimine başlayabileceği bir değer hep olmuştur. Bu yüzden insan her defasında bir kaplan gibi sıfırdan başlamak zorunda değildir, artı bir değerden başlar ve büyümesini de bu değerin üzerine inşa eder; yaşadığı ve yaptığı şeylerde tüm insanlık geçmişinin kalıntılarını bulabilir. Bu anlamda geçmiş; mazide kalmış, soyut, gerçek dışı bir kavram değil, bugünü ayakta tutan canlı, etkin bir güçtür.
O halde insanlar, bugünü tanımlarken kullandığı kavramları, modelleri dünden ödünç aldı. Toplumsal hayatlarını düzenlerken, maddi kaynakların yeniden paylaşılmasını talep ederken, inancını - yaşama biçimini savunurken başvurduğu referanslar, yaslandığı temel değerler; hak talep ederken gösterdiği gerçekler geçmişte saklıdır. Ve elbette sendikal mücadelenin geleceği de geçmişinden bağımsız düşünülemez. Sendikal mücadeleye inanmış biri “Buradayım! diyorsa öncü mücadelelerden bağımsız söz söylemesi mümkün değildir.
Avrupa’da ekonomik alanda güçlenen, devrimci bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkan burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının ve köylülerin desteğini de yanına alarak ekonomik temelleri sarsılmaya başlayan aristokrasinin egemenliğine son vermeyi bilmiştir. Burjuvazi, en güçlü aktör olarak yeni düzende egemenliği tekeline aldıktan sonra, ilk işi tamamı mülksüz olan işçileri ve kadınları temel haklardan- seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere- yoksun bırakmak olmuştur. Bu durumda işçiler için devletten ve sermayeden bağımsız bir sınıf olarak birleşip örgütlenerek sendikal mücadeleye girişmekten başka bir yol kalmamıştır. Böylelikle emek- sermaye arasında kesintisiz bir şekilde sürecek ekonomik, toplumsal ve ideolojik mücadele başlatılmış oldu. İçinde çok kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmaların da yer aldı mücadeleler sonucunda çalışma hayatının düzenlenmesiyle ilgili birçok kazanım elde edilmiş, seçme ve seçilme hakkının tüm yurttaşlar için güvence altına alınması sağlanmıştır. Ve elbette bu mücadelenin sonuçları Avrupa ile sınırlı kalmamış, tüm insanlık için yeni bir başlangıç olmuştur.
Bize gelince, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında Batılı kurumları ve normları benimsemiş, egemenliğin temel dayanağını oluşturmuş bir millet ve bu milletle bütünleşmiş bir siyasal yapının amaçlandığını söylemek mümkün. Ancak daha sonra hâkim olan tek parti döneminde(1923–1950 ) böyle bir anlayış hiçbir zaman hayata geçirilmemiştir. Tek parti oligarşisinin gözünde halk, topluca eğitilerek dönüştürülmesi gereken bir yığından ibarettir, bu mantık uyarınca dönüştürme işlemleri çok partili hayata geçilinceye kadar aralıksız sürdürüldü. Bu diktacı yapı, eylemlerini hukuka, temel insan haklarına uygun olup olmamasına bakmaksızın, yaptıkları her şeyi meşru kabul etti; meşruiyetlerinin dayanağı-kaynağı olarak da ya kendilerini ya da işaret ettikleri hedefleri dayattı.
Böylesi bir iktidar paylaşımında her türlü siyasal düşünce, siyasal örgütlerin, derneklerin yasaklanması, muhalif medyanın susturulması zor olmadı. Sivil toplum oluşumlarına takınılan bu zorba tutum, bireyi yalnız, korumasız, yalın kimliğiyle; güçlü, donanımlı, ceberut bir devletle karşı karşıya bırakmıştır. Tek parti zihniyetinin yaptıkları sadece bununla da kalmamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıllık modernleşme çabasının sonucu ortaya çıkan birey ve devlet arasındaki aracı kurumları da ortadan kaldırmıştır. Özellikle her türlü siyasal parti, dernek ve muhalif medyanın yasaklanması toplumla devlet arasındaki bağları yok etmiştir. Böyle olunca devletin ve toplumun amaçlarında ayrışma kaçınılmaz sonuç olarak ortaya çıkmıştır: Bir yanda asker, bürokrat ve devletçi, öte yanda da seçilmiş siyasetçilerden oluşan ve gücünü toplumdan almış olan siyasal elit biçiminde ikili blok ortaya çıkmıştır. Bu bölünme aynı zamanda referans ve söylemlerin de ayrışması demektir.
İkinci dünya savaşının demokratik rejimler lehine sonuçlanmış olmasıyla Türkiye’nin referanslarında da bir dönüşüm kaçınılmaz olmuştur. Türkiye’de hakim durumda bulunan devletçi anlayışın tersine, sivil topluma dayanarak oluşturulan bireyci bir anlayış, dünyayla eş zamanlı olarak, yükselen bir değer(paradigma) haline gelmiştir. Ancak vesayetçi bürokrasi, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler karşında boş durmadı: Merkeziyetçi bir ekonomi, yönlendirici akıl, militan bir laiklik, homojenlik içeren bir cumhuriyet ve bütün bunların simgesi olarak da “Kemalizm” diye bir ideoloji üretti. Ve bu ürettikleri ideoloji, Batılı değerlerden ayrı bir öz taşıyormuş gibi topluma dayatıldı. Hatta “Kemalizm” vesayetçi bürokratların elinde; her türlü gelişmenin, özgürleşmenin, demokrasinin, insanlığın evrensel gelişim sürecinin nihai noktasıymış gibi gösterildi. Bunlar da yetmedi, her on yılda bir askeri darbe yapıldı. İnsanlar, en ağır işkencelere maruz bırakıldı, idam edildi, maddi- manevi sermayelerine el konuldu, makamlarından uzaklaştırıldı. Yetinmediler, geliştirdikleri ve uygulamaya soktukları plan ve programlarla çocukları- ailelerin iradelerine rağmen- darbeci zihniyeti içselleştirmeye zorladılar.
Her şeyi bir mühendislik olayı gibi gören bu vesayetçi bürokrasinin statükocu anlayışının aksine, dünyadaki gelişmeleri doğru okuyan, kimi aydınlar ve sivil toplum kuruluşları, liberalizm ve özgürlük gibi kavramların savunucusu haline geldi; bürokratların bazıları da siyasal iktidara, dolayısıyla siyasal partilere bağlanmaya başladı; AB yolunda gerçekleşen reformların bir soncu olarak da sosyal katılım da sistemin önemli belirleyicilerinden biri oldu. Bu gelişmelerin sonunda “toplumsal katılım”ı sisteme taşıyan sivil toplum örgütleri, doğal olarak daha da güçlenmiş, ön plana çıkmıştır.
Ancak tüm dünyada yaşanan politik ve ekonomik yönelimler karşısında sendikaların içine düştüğü durum, kaybettikleri mevziler, konuyla ilgilenen herkesin malumudur. Bu durumun, filizlenmeye başlayan kamu sendikacılığı için de riskler taşıdığı çok açık. Çünkü hem büyük şirketlerin hem de şirket gibi hareket eden devlet yapılanmasının elinde “işsizlik” gibi güçlü bir silah var; işsizlik bütün dünyada “ yedek işçi- memur ordusu”nu elinin altında, hazırda tutmaktadır. Dolayısıyla emeğini ücret karşılığı satanlardan çok emeğini satmaya çalışanların mevcut olduğu bir dünyadayız. Mevcut yapıya ilaveten ideoloji- etnik kimlik gibi mücadele ve çatışma alanlarının yaygınlık kazanması, emek-hak ve özgürlük arayışında, çalışanların iç ve dış dünyalarında bölünme ve yabancılaşmaya yol açtığı söylenebilir.
Her şeye rağmen mevcut şemaya direnen örgütlü insan tipi de ortaya çıktı. Bu insan tipi, insanı insan olmaktan alıkoyan, onu bir sayı-sistemin sıradan bir bileşeni düzeyine indirgemeye çalışan, onu varoluşunun anlamından yoksun bırakmaya çalışan güçlere karşı koyma iradesinin bir sonucudur. Aslında bu yeni insan tipi yeni bir toplumsal öznenin ilanıdır. Bir yerde başkaldırı, direniş varsa orada bir özne vardır. Özne, kendi var oluşunu, kendi gerçekliğini, kendi seçimlerini hiçbir zorba güce bırakmamasıyla diğer insanlardan ayrılır. Düşünürün “Gündelik hayatı belirleyen genel geçer yasalar onun için belirleyici olamaz. Sıradan bir hayatın güçlü akıntılarına karşı durmasını bilir. Bu karşı koyma bilinci, derin bir haklar ve ödevlerde, ahlaklılık düzeyinde gerçekleşir.”[1] diyerek özetlediği yeni insan, birey olarak özneye, aynı zamanda da sendikalı olmaya giden yolun başlangıcını işaret etmektedir.
Ancak toplumsal özne olmak öyle kolay elde edilebilecek bir duruş değildir. Çünkü ülkemizdeki siyasal kültürün oluşmasında ve kurumsallaşmasında tek parti zihniyetinin baskıcı, taraflı tutumu; son elli yılda nerdeyse her on yılda bir tekrarlanan darbelerin yaşattığı travmalar, öncesi ve sonrasıyla darbe iklimi, kendini devletin sahibi gören derin yapılanmanın keyfince iktidar ve itibar dağıtması; fişlemeler, yargısız işten el çektirmeler ve infazlar… Sonuç olarak insanlar, örgütlenme açısından, sahip oldukları erdemlerin en önemlilerinden biri olan “güven” duygusunu yitirmeye zorlandılar.
Güven, sivil toplumun kurucu temeli, mayasıdır. “Kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanlar, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür değillerdir. Bu insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edecek cüretten ve zamandan yoksundurlar ve kimseyle paylaşamayacakları işlerle o kadar meşguldürler ki, bırakın ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayırmayı, bunlar hakkında düşünmezler bile.”[2]
Bunun yanında toplumun büyük bir kesimi devlet merkezli düşünmeye devam ediyor. Çünkü devlet, hala temel ayrışmaların belirleyicisi olma konumunu sürdürüyor. Böyle olunca da insanlar arasındaki ilişkiyi sosyo-ekonomik faktörlerden çok devletle kurulan ilişkiler belirleyebilmektedir. Bu durum sendikal açıdan en büyük handikaplardan biri olmaya devam etmektedir. Çünkü bu yapı siyasal sistem içinde despotik ve totaliter baskın değerler” de üretmeye devam edecektir. Sendikacılık adına karşılaştığımız en büyük engellerden biri de Osmanlı’nın sön dönemlerinde başlamak üzere etkisini üzerimizde hala sürdüren Fransız etkisiyle geliştirilen egemenlik paylaşımının birbirini yok etmeye dönük sınıflar üzerinden yürütülmesidir.
Örgütlü mücadele açısından gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki gelişmeleri dikkate aldığımızda en temel yasanın sendikalardan yana olduğunu söyleyebiliriz: “Haksızlığa uğrayanların koalisyonu kendiliğinden oluşur.” Tarihin her döneminde bu böyle olmuştur. Eşitliği, özgürlüğü ve hakça paylaşımı ortadan kaldıran güçler karşılarında hep birilerini bulmuşlardır. Bu karşı koyma biçimi, günümüze ve demokratik yönetim biçimine yaklaştıkça daha örgütlü bir güce dönüşmektedir. Ve böylesi örgütlü devletlerde toplumsal düzenin bozulması son derece zordur. Çünkü sınırsız sayıda ekonomik, siyasal, ahlaki örgütlenmeler bir ideal uğruna sürekli çalışırken toplumsal düzeni bozacak eylemlere- buna her türlü cuntacılık da dâhil- izin vermezler.
Bizim gibi ülkelerde sendikacılar için en vazgeçilmez ilke birleştirici bir demokrasi olmalıdır. ‘Eşitlikçi sosyal birlik’ ideali üzerine inşa edilen birleştirici demokrasi, katılım ve ortak yarar ilkeleri, müzakereci siyaset temeline dayanır. Ortak yararın belirlenmesi sürecine sivil toplum ve piyasanın dâhil edilmesi, iktidarın meşruluğunun kolektiflikle sağlandığı bir yönetim biçimi öngörür. Bu yolla, toplumsal, siyasal ve ekonomik iktidarı “merkezi devletten” alarak gönüllü gruplar arasında dağıtır. Bu anlayış bizi “Fransız toplumsal yapısının temelini oluşturan sınıf temelinin etkisiyle ikincil grupların (sivil toplum içindeki yapıları) “birbirlerinin boğazlarına yapışan” topluluklar haline”[3] dönüşmekten, dolayısıyla örneklerini daha önce yaşadığımız, darbe gerekçesi olan çatışma kültürünün insanı yok etmeye ayarlanmış örgütlü mücadele biçiminden koruyacaktır.
Elbette birleştirici demokrasi ideali yetmeyecektir. Sendikalar öne sürdükleri görüşlerin gücünü, gerçekliğini, çözüm üretme yeteneğini yaşanan hayatın içinde, yani pratikte kanıtlamalıdır. Ayağa kalkıp: “İnsanlık tarihinden aldığımız mirasla, ellerimizi bir birimize uzattık ve birlikte ne kadar güçlü olduğumuzu gördük. Biz yaptık, biz gerçekleştirdik, yok sayıldığımız, üç beş bürokratın insafına terk edildiğimiz günlerin sonunu biz getirdik, ilk defa kendi tercihlerimizi yaşıyoruz; her şey bizim irademiz, bizim meziyetlerimiz, bizim emeğimizle gerçekleşti. Biz aynı zamanda “büyük ve özgür okul olduk.” diyebilmelidirler. Bunun için de sendikalar, mücadelelerine bir “vatan” boyutu katmalıdır. Ancak vatan sadece bir toprak parçası olmamalıdır. Vatan: Toplumun birlikte sahip olduğu geçmiş, şimdi ve gelecektir. Böyle bir tutum sendikal mücadeleyi kısır döngüden de kurtarır. Bu da “buradayım” diyebilen “özne”lerle mümkün olacaktır.
Sendikalar, aranılmasına bile gerek duyulmadan, insanların ayağına giderek onlara ortak sorunlarda birlikte hareket etme, dayanışma, hukuki yardım gibi seçenekler sunmalıdır. Geleneksel bağların zayıfladığı bir yerde, sahici dostluklar sunabilmelidir. Ve bu çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkacak birliktelik, ayrı ayrı bireylerin yerini aldığında, insanlar, söyledikleri dinlenen, karşı konulması zor bir güç olabildiklerinin farkına varacaklardır. Böylelikle varoluşlarının özneleri konumuna yerleştiklerinde, küstah egemenlik biçimlerinin, adaletsiz paylaşımların önüne geçilebilirler.
Ancak geleneksel vesayetçi egemenlik biçimi, öylesine bir toplumsal kabul görmüş ki insanların önemli bir kısmına bu rejim, bu paylaşım doğal, aynı zamanda da metafizik değer olarak kabul görebilmektedir. Bunun sonucu olarak eleştirel akıl – yaşanan her türlü hukuksuzluğa rağmen- işlemez hale gelebilmektedir. Bu haksız yapının içselleştirildiği ve gizlendiği yerden açığa çıkarılması ve ortadan kaldırılması sendikaların faaliyetleri arasında önemli bir hedef olarak durmaktadır.
Her türlü olumsuzluklara rağmen “insanlar, hiçbir zaman haklı direnişlere sağır kalamazlar” yasası kayıtsızlık ya da geliştirilen zorbaca egemenlikler yüzünden uzun süre işlememiş olabilir. Böylesi durumlarda sendikalara düşen görev, ihmalin ya da zorbalığın etkilerini silebilecek oranında çaba sarf etmelidirler.
Sonuç olarak, hayatın bütün alanlarını kendi mülkü gören paranın, gücün, iktidarın ve itibarın, rüyaların, arzuların, doyumsuz efendisini yerinden etmenin en güçlü aracının hâlâ sendikal mücadele olduğunu; insanların karşı koyma ve yenme becerisini belirleyen şeyin, örgütlü üyelerin kendilerini “buradayım” diyebilen özneler olarak yetiştirmeleriyle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ve unutmayalım:
Ne zaman genç bir kuşak canla başla uğraş verirse dünya değişir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] bk. Touraine Alain (2007), Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma
[2] bk. Gülgün SİVİL TOPLUM DERGİSİ OCAK - MART 2003
[3] bk. Alexis de Tocqueville, çev. Taner Timur, İstanbul, 1962