ARŞİV
Yeni Türkiye ve İstihdam
II. Dünya Savaşı’nın başladığı yıl(1939), Amerika birleşik devletlerinde ”Dünya Fuarı” düzenlenmiş, dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçiler, burada “Yarının Dünyası”nı görebildiklerini düşünüyorlardı. Fuarı düzenleyenler, tıbbın kısa süre içinde kanseri alt edeceğini, makinelerin sıvılaştırılmış havayla çalışacağını; herkesin gereksinimi kalmadığında atabileceği kadar ucuz, neredeyse ağırlıksız evlerde yaşayacağını öngörüyorlardı. Bunlar gerçekleşmese de uzun, güzel otomobiller on dört şeritli yollarda ilerledi, kısa süre önce icat edilen televizyon her eve girdi, roketler uzayın derinliklerine doğru yol aldı. Sonraki yıllarda onların da öngöremediği sayısız buluş gerçekleştirildi: Atom bombası, nükleer reaktörler, fiber optik, uzay çalışmaları, bilgisayar-internet, cep telefonları, organ nakli, klonlama, bebekler doğmadan kusurlu genlerinin araştırılması… İnsanoğlu şimdi dünya dışında yaşama olasılıklarını araştırıyor. Dini ve ahlaki boyutu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, gelecekte ebeveynlerin, güzellik, zekâ ve daha uzun yaşam genleri ekleyerek bebeklerini önceden tasarlayacakları, insan ömrünün şimdikinden iki üç kat daha uzun olacağı, hücrelerin gerektiğinde yeni organlar geliştirmesini sağlayacağı konuşulmaya başlandı. Ancak, bütün bu baş döndürücü geçmiş ve gelecek kurgusunun yaşandığı “gelişmiş ülkeler” bile sorunlarını bütünüyle çözebilmiş değil. Washington mahreçli istatistiklerin sunduğu pembe tablonun gerisinde artan eşitsizlik, korkutucu derecede yoksulluk gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Amerikalıların yedide birinden fazlası ve her beş çocuktan biri yoksulluk içinde yaşıyor. Üstelik bu rakamlarda artış gözleniyor. İşsizlik konusunda, düzelme diye ileri sürülen rakamlar da zor ve güvensiz koşullar, yetersiz ücretle çalışmayı kabul edenlerdir.
2007 yazında meydana gelen finansal piyasalardaki sorunlar Eylül 2008’de küresel bir krize dönüşmüştür. Kredi piyasalarında işlemler durmuş, borsalar çökmüş ve birçok firmanın ödeme güçlüğüne düşmesi tüm uluslar arası finans piyasalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Bu krizin etkileri hala silinebilmiş değil. Yunanistan, İrlanda veya Portekiz borçlarını karşılayamaz duruma düştükten sonra AB’li “dostlarının” yardımına başvuruyor. Aralarında bazılarının ikinci bir kurtarma paketine ihtiyaç duyabileceği düşünülüyor. Kuzey Afrika, orta doğu belki Asya’nın içlerine doğru yayılan bir isyan ve iç savaş görüntüsüyle karşı karşıyayız, “devletler kendi halklarını, şehirlerini, kasabalarını, köylerini bombalıyor. Tanklar, savaş uçakları yerleşim birimlerini enkaza çeviriyor. Kendi paralarıyla, kendi uçaklarıyla, kendi silahlarıyla kendi sokaklarını, insanlarını vuruyor. Bingazi’den İskenderiye’ye, Sana’dan Basra Körfezi kıyılarına kadar yayılan, belki Karaçi’ye, belki Taşkent’e kadar uzanacak olan, milyonları sokaklara akıtan yüz yılın öfkesi nasıl dinecek, nerede duracak kimse bilmiyor.”1 Türkiye’ de ise sessiz bir devrim yaşanıyor. 1974’te Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın, 1975’te İspanya’da Franco faşizminin bitip, Avrupa’nın birlik iradesinin giderek arttığı ve milliyetçi içe kapanıklık döneminin gerilemesine benzer bir süreci, biz şimdilerde yaşıyoruz. 12 Haziran’da yapılan Milletvekili Genel Seçimleri sonucu oluşan meclis yüzde 87 gibi çok yüksek düzeyde bir katılım, yüzde 95 gibi temsil gücüyle, uzun zamandır rastlanmamış bir düzeyle şekillendi. Yeni hükümeti ve toplumsal aktörlerin tamamını ilgilendiren, aynı zamanda birbirleriyle bağlantılı bir dizi sorun çözüm bekliyor. Milletimiz, uzun zamandır, kendisin devletin ve kurucu ideolojinin yegâne sahibi olarak görmüş bir sınıfın ve buna bağlı derin güçlerin ve derin ilişkilerin insafına terk edilmiş bir hayata katlanmak zorunda kaldı. Şimdi sessiz bir devrimle ufukta iyiden iyiye görünmeye başlayan Yeni Türkiye’nin inşası ve kalıcı olabilmesi için acilen çözmesi gereken sorunlar var.
Öncelikle, inanç ve ifade hürriyetini, özgürlükleri teminat altına alacak, bütün sosyal kesimlere eşit mesafede duran, ideolojilerden arındırılmış, yeni bir Anayasayı yapma mecburiyetindeyiz. Ulus devletin inşa sürecinde, “sınıfsız, imtiyazsız, tek tip bir toplum oluşturma hedefi”nin travma yaşatmadığı, deforme etmediği, toplumsal bir kesim neredeyse kalmamıştır. Bu tarihsel sürecin yol açtığı olumsuzluklardan biri de toplumsal kesimlerin birbirine tek parti ideolojisinin çarpık aynasından bakmak zorunda kalmasıdır. Bu çarpıtılmış bakış açısı toplumsal barışı, güveni dolayısıyla bütün kalkınma hamlelerini de tahrip etmiştir. Yeni anayasa, toplumsal barış ve güvenin yeniden inşasında ve demokrasinin derinleşmesinde çok önemli görevler üstlenecektir. Sağlıklı bir kentleşme, demokrasinin derinleşmesi ve eğitim sisteminin gelişimi için zorunluluklardan biridir. Yapılan araştırmalar, geleneksel toplum ve modern toplum arasındaki farkın katılımın alanı ve yoğunluğu bakımından da ele alınabileceğini ortaya koymuştur. Daha zengin, daha yüksek düzeyde sanayileşmiş, şehirleşmiş, karmaşık toplumlarda; kırsal, az gelişmiş ekonomik ve sosyal sistemlere oranla, daha çok insan, çok değişik kanallar kullanarak siyasal sisteme etki edebilmektedir.
Kentleşme ve okuryazarlığın yükselmesi ile birlikte toplumlar ciddi bir değişime uğramakta; bu durum aynı zamanda ekonomik büyümeyi de teşvik etmektedir. Kentleşmeyle birlikte, bireylerin hareket alanı genişlemektedir; bireylerin kendilerini birer toplumsal aktör olarak görmeleri ve buna göre hareket etmeleri mümkün olmaktadır. Yapılan araştırmalar kent -birey modelinin “geleneksel bireylere” göre daha mutlu, daha eğitimli olduğunu ortaya koymaktadır. Orta kategori olan “geçiş süreci”nde olanlar, uygun siyasal kurumların eksikliği ya da olmaması durumunda aşırı uçlara gidebilmektedir. Ayrıca yakın zamanda yeniden keşfedilen, “En önemli yatırım insana yapılan yatırımdır.” felsefesinin egemen olduğu günümüz dünyasında, bizim eğitim sistemimiz ideolojik devletin ‘kırmızı çizgileri’ni hâlâ temizleyebilmiş değil. Eğitim düzeyinin nerdeyse uygarlık ölçütü sayıldığı bir dünyada, çocuklarımız kendi değerlerine ve yaşanan dünyaya yabancılaştırılarak ideolojik bir dezenformasyona kurban edilmemelidir. Aksi halde bilimsel ve teknik gelişmenin baş döndürücü hızını yakalamak mümkün değildir. Bu dizginlenemez hızı yakalamanın yolu, sadece eğitim süresinin uzatılması, tam donanımlı yeni dersliklerin ve laboratuarların yapılması ve kitapların parasız dağıtılması yeterli değildir. Kendi potansiyelinin farkında olmayan, ezber bilgi sahibi olmaya odaklanmış, edindiği bilgiyi yorumlayamayan, sorgulayamayan, hak aramayı bilmeyen bir nesil yetiştiren sistem bütünüyle değiştirilmelidir. Çünkü yirmi milyona yaklaşan öğrenci, aynı zamanda, bu ülkenin geleceğidir. Araştırmalar bize , “gelişmiş ülkeler” tanımının dışında kalan ülkelerin- buna az gelişmiş, gelişmekte olan ülkeler de dâhil- yeterli ve sürdürülebilir bir kalkınma düzeyine ulaşamamalarının nedeninin ileri kapitalist ülkelere olan bağımlılık olduğunu göstermektedir. “Bağımlılık teorisi” olarak adlandırılan bu teoriye göre; Batılı ülkeler, kendi dışlarında kalan ülkeler karşısında avantajlı konumlarını kaybetmek istemezler. Zira gelişmiş ülkeler mevcut konumlarını yitirmemeleri için az gelişmiş ülkelere ihtiyaç duyarlar; bu konumları bir denge sonucudur, değiştirmeleri için de önemli bir nedenleri yoktur.
Bütün dünyanın bildiği bir gerçek var ki burada hatırlamalıyız: “insanlar güçlü ve üstün olanı taklit tabiatıyla yaratılmışlardır. Güçlü ve üstün olmak, birbirlerinin vazgeçilmez parçalarıdırlar. Yani güçlü olan üstündür. Elbette gücün ne olduğu tartışılabilir. Ama kabul edilmelidir ki, maddî, iktisadî ve bunun sonucu olarak da sınaî güç, en azından günümüzde çok etkili bir üstünlüktür.”2 Batının bu konumundan gönüllü olarak vazgeçeceğini düşünmek safdillik olur. Yeni Türkiye’nin çözmesi gereken acil sorunlardan biri de istihdam sorunudur. “Emeğin üretim sürecinde kullanılması” olarak tanımlanan istihdam, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde karşılaşılan önemli problemlerden birisi olmaya devam etmektedir. İşsizlik, bir ülkede sadece üretim ve ekonomik kalkınmayı olumsuz etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda sosyal problemler, sosyal dışlanma ve yoksulluğu da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle istihdam, sadece üretim ve gelir yaratan bir olgu değil, aynı zamanda sosyal bütünleşmenin ve sosyal barışı tesis etmenin de en önemli aracıdır. Bu itibarla, istihdamı ve verimliliği artırmak ve böylelikle ekonomik ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirmek tüm dünya ülkelerinin birinci hedefi haline gelmiştir.
Türkiye de hemen hemen her dönem görülen yüksek issizlik oranlarıyla mücadele etmek zorunda kalan bir ülkedir. Hızlı nüfus artışı, eğitim politikasındaki sorunlar, yatırım yetersizliği, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık gibi nedenler bu sorunun daha da ağırlaşmasına neden olmuştur. Resmi rakamlar işsizlik oranının %9 civarında olduğunu göstermektedir. İstihdam-işsizlik bu kadar hayati öneme sahip bir sorun iken bu konuda, ne yazık ki, hala “Türkiye’nin Ulusal bir istihdam politikası” yoktur. Nerde yazıyor, kim söylüyor bunu? Diye akıllarına soru takılanlar, İşkur’un 2011-2015 Stratejik Plan’ına bakabilir. 3 Aynı stratejik planda Tehditler, başlığı altında, “İşgücüne yeni katılanların sayısına denk iş yaratmayı imkansız hale getiren yüksek nüfus artış hızı, işsizlik oranının yüksek olması, İşgücüne katılım oranının düşük olması, işgücünün eğitim seviyesinin ve verimliliğinin düşük olması, eğitim ve istihdam ilişkisinin zayıflığı, istihdamda tarımın ağırlığı, kırsal kesimden büyük şehirlere yüksek düzeyde göç gerçekleşmesi, bölgeler arası gelişmişlik farkları, yüksek düzeyde kayıt dışı istihdam” sorunları da sıralanmış. Görünen o ki, çalışma çağındaki nüfusumuz geçen yılın aynı dönemine göre 855 bin kişi artarak, 52 milyon 788 bin kişiye ulaşmıştır. AB genelinde %70 düzeyinde olan işgücüne katılma oranı ülkemizde yüzde 49 olarak gerçekleşmiştir. Yani biz bir taraftan mevcut işsizler için istihdam alanları geliştirirken, çalışma çağına giren yüz binler için de çalışma alanları açmak zorundayız. Üstelik tek başına ekonomik büyüme, mevcut işsizlere ve işgücü piyasasına yeni girenlere iyi işlerin sağlanmasını için yeterli olmadığı da görülmüştür. Bu bakımdan, geçirdiği kurumsal dönüşümle birlikte çağdaş bir kamu istihdam kurumu haline gelen Türkiye İş Kurumunu (İŞKUR), yeni kurulan hükümetle birlikte faaliyet gösterecek olan, “Kalkınma Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Avrupa Birliği Bakanlığı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığını” önemli buluyoruz.
Memur-Sen olarak 2005 yılında, “Vergi yükü azaltılmadan, maliyetler düşürülmeden istihdamın artması ve işsizliğin azalması mümkün değildir. Türkiye’de çalışan ve işveren Güney Koreliye göre yaklaşık 4, ABD’liye ve Meksikalıya göre 3, Kanadalı ve Japon’a göre 2 kat daha fazla vergi ödemek zorunda kalıyor. Kayıt dışı sektör, Türk ekonomisinin dışa bağımlı bir hale geldiği 1980 sonrasında, hızlı bir artış göstermiştir. Kayıt dışının bugün ulaştığı boyut ise son derece vahimdir. Ekonomimizin, yüzde 45 gibi büyük bir oranı, kayıt dışındadır ve Türkiye bu oran ile dünyanın en kötü altıncı ülkesidir. 2006 yılı bütçesiyle ilgili olarak hükümete,” İstihdam üzerindeki vergiler kaldırılmalı ya da en aza indirilmelidir. Özellikle alt kademeden itibaren vergi indirimi teşvik edilmeli, teşvik sadece illere göre değil büyük kentler dışında, ilçelerde de uygulanmalıdır.” dedik. Kriz döneminde (2008) hazırlayarak, Ekonomik ve Sosyal Konseye sunduğumuz “Çözüm Önerileri Raporu”muzda, “Bürokrasinin azaltılması çalışmalarında öncelik yatırım faaliyetlerine ilişkin iş ve işlemlere verilmelidir. Özellikle tarım odaklı sanayileşme araçları kullanılarak köy türü yerleşim yerlerindeki bireylerin ekonomiye üretim odaklı katkı sağlamalarının yolu açılmalıdır. Madencilik ve enerji sektörünün önündeki başta bürokrasi olmak üzere her tür engel kaldırılarak yeraltı zenginliklerimiz ekonomimize katkı sağlayan kaynak haline getirilmelidir.
Kayıt dışı unsurların kayıt altına alınmasına ilişkin sonuca etkili tedbirler ivedilikle uygulamaya konulmalı, verginin tabana yayılması ve adaletli bir vergi sisteminin oluşmasından hareketle lüks tüketim mallarından alınan vergiler artırılmalı, temel tüketim maddeleri üzerindeki vergi yükü azaltılmalıdır.”dedik. Türkiye’nin ekonomi yönetimi ve paydaşları dünyadaki gelişmeleri çok iyi okumak zorundalar ki bu istihdam sorununun çözümü için hayati öneme sahiptir. Yapılan araştırmaların, öngörülerin ortak noktaları,“Gıda, maden, sermaye hareketleri, üretimin şekli, ticaret ve çevre konularının öneminin daha çok artacağı ve daha hassas bir çizgide ilerleyeceğidir. Bu alanlarda doğru ve hızlı karar veren ülkeler kazanacak diğerleri kaybedecektir. Gelişmekte olan ülkelerin yükselen gelirleri gıda tüketimini artıracak. Türkiye, sahip olduğu potansiyeli harekete geçirmek için,tarım ve hayvancılığı öncelikli alan ilan etmelidir; bu odaklanmayla dünya gıda piyasasının en önemli oyuncularında biri olabilir. Önümüzdeki dönemde, madencilik konusu da, tarım ve hayvancılık dışında, en önemli alan olacak. Türkiye’deki, bakır, çinko, nikel, bor ve kurşuna olan talep hızla yükselecek. Dolayısıyla Türkiye, maden işletmeciliğinde yeni bir yol haritası hazırlayıp uygulamaya geçirmeli ve madenlerine sahip çıkmalıdır; hızlanan yabancı sermaye akımı zenginlik getirirken, aynı zamanda varlık fiyatlarının hızla yükselmesi riskini de beraberinde getireceği de hesaba katılarak önleyici tedbirlerini de şimdiden geliştirmelidir. Mali disiplinden kesinlikle sapma olmamalıdır. Üretimde yüksek teknolojiye ağırlık verilmelidir, çünkü gelişmiş ülkeler eski teknolojilerini yine yoksul ülkelere yönlendirmeye devam edeceklerdir. Gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarındaki ticaret ağırlık kazanacak. Zengin ülkelerle ticaret göreli olarak azalacağı hesaba katılarak, dış politika artık gelişmekte olan ülkelere göre tasarlanmalıdır. Kamu çalışanlarının istihdamıyla ilgili olarak da; Türkiye’deki memur sayısının diğer ülkelere oranla yetersiz olduğu çok fazla dillendirilmeyen bir olgudur. OECD verilerine göre, Finlandiya’da her 10, Kanada’da her 12, ABD ve Macaristan’da 13, İrlanda’da 14, Almanya ve Hollanda’da 19, İspanya ve İtalya’da da 25 kişiden biri memur unvanı taşıyor. Türkiye’de ise her 30 kişiden ancak 1’i memurluk yapıyor.
Türkiye’de son sekiz yılda 4 milyon 700 bin nüfus artışına karşın, zaten yetersiz olan memur sayısı azaltılmıştır. Bu durum bir taraftan mevcut memurların iş yükünü ağırlaştırırken, diğer yandan verilen hizmetin kalitesini düşürmektedir. Hükümet vakit kaybetmeden memur sayısını Avrupa standartlarına yaklaştırmalı; bunun için de en az 350 bin memur istihdam etmelidir. Avrupa Sosyal Şartı’nın örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını düzenleyen 5. ve 6. maddelerine konulan çekinceler kaldırılmalıdır. Çünkü, “Avrupa Sosyal Şartı, temel sosyal ve ekonomik hakları koruyan, medeni ve politik hakları garanti eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni takviye eden bir Avrupa Sözleşmesi’dir.”Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) birinci kuşak haklar olarak bilinen temel hakları (yaşam hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, hürriyet ve güvenlik hakkı, adil yargılanma hakkı gibi) güvence altına alırken, ikinci kuşak haklar olarak kabul edilen sosyal ve ekonomik hakları (çalışma hakkı, örgütlenme hakkı, sosyal güvenlik hakkı, adil ücret hakkı gibi) ise Avrupa Sosyal Şartı koruma altına almıştır.
AB müzakere sürecinde “Sosyal Politika ve İstihdam” başlıklı 19. faslın açılması için çalışma hayatının demokratikleşmesi noktasındaki mevzuat eksikliği giderilmelidir. İlerleme raporunda, “Anayasa’da kamu görevlileri ile diğer kamu çalışanlarının toplu pazarlık ve toplu sözleşme haklarının tanınması hakkında, kamu görevlilerinin disiplin kararlarının yargı denetimine açılması, bazı grevlerle ilgili yasakların kaldırılması, yine Anayasa’da yapılan değişikliklerle, ‘Ekonomik Sosyal Konsey’, ekonomik ve sosyal alanlarda oluşturulacak politikalar konusunda istişarelerde bulunacak, anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Bunun yanında Başbakanlık, kamu görevlilerinin durumu, kamu sektöründe sendikal hakların kullanımının kolaylaştırılmasını da içerecek şekilde geliştirmeyi hedefleyen bir sirküler hazırlamıştır. Ancak yasal çerçeve hâlâ kısıtlayıcı nitelikte olup, AB standartları ve ILO sözleşmeleri ile aynı çizgiye getirilmesi gerekmektedir.” tespitleri yapılmıştır. 4/B statüsünde istihdam edilen kamu görevlilerinin Konfederasyonumuzun ısrarlı talebiyle kadroya alınması olumlu olmakla birlikte halen 4/B statüsünde personel istihdamı yapılmasını doğru bulmuyoruz. Bu çerçevede, 4/B’li personel istihdamı durdurulmalı, başta TRT, il özel idareleri, belediyeler ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünde görev yapanlar olmak üzere sözleşmeli personelin tamamı kadroya geçirilmelidir. Devlet Memurları Kanunu’nun 4’üncü maddesinde “Kamu hizmetlerinin (a) Memurlar, (b) Sözleşmeli Personel, (c) Geçici Personel ve (d) İşçiler tarafından” yürütüleceği belirtiliyor. 4’üncü maddenin c fıkrasında geçici personel’in tarifi veriliyor: “Geçici personel, bir yıldan daha az süreli veya mevsimlik hizmet olduğuna Bakanlar Kurulu’nca karar verilen görevler ve belirtilen ücret ve adet sınırları içinde sözleşme ile çalıştırılan ve işçi sayılmayan kişilerdir.” 4/C statüsünde istihdam edilen kamu görevlileri, kadroya geçirilmelidir, eş ve çocuk yardımından yararlandırılmalıdır.Aday memurlar ile Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet hizmetlerinde görev yapan sivil memurlar sendikalı olma hakkına kavuşturularak örgütlenmedeki kısıtlılık ve sınırlılıklar kaldırılmalıdır. Eşit işe eşit ücret ilkesinin tam olarak uygulanmamasından doğan adaletsizlikler giderilmeli, angaryaya dönüşen taşeronlaşmaya, çalışanların sosyal mağduriyetine sebep olan özelleştirme uygulamalarına son verilmelidir. Kamu görevlilerinin birikimlerini siyasete yansıtmasını engelleyen siyaset yasağı kaldırılmalı ve 2,5 milyon kamu görevlisinin birikimi siyaset kurumuna kazandırılmalıdır. Toplu Sözleşmenin ikincil mevzuatı bir an önce yürürlüğe konularak 2011 toplu sözleşme süreci başlatılmalıdır. Konfederasyon ve sendikaların talepleri doğrultusunda 4688 sayılı kanunda gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Tüm kamu kurumlarında hayata geçmesi halinde(özellikle yoğun personel ihtiyacının yaşandığı öğretmen, doktor, hemşire, memur ve hizmetli kadrolarında yeni istihdam yapılması sayesinde) piyasaya emekle yoğrulmuş bir canlılık
sağlanacaktır.
Dipnotlar;
1. İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 12 Mayıs 2011 Perşembe
2. Doç. Dr. Faruk Beşer, Sanayi Fıkhı Ya Da İslam ve Sanayi,
Erhan Erken (hzl.),İktisat, Tarih ve Zihniyet Dünyamız,
Yönetim Kitaplığı, Müsiad,2006
3. 2011-2015 Stratejik Plan, Aralık 2010 – Ankara
(Stratejik plan, Ömer Dinçer’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanı olduğu dönemde hazırlanmış, Avrupa İstihdam
Stratejisi’ni çok iyi analiz etmiş, yapılması gerekenlerle ilgi
önemli tespitler barındırıyor.)
_____________________________________________________
(Kamu'da Sosyal Politika Dergisi'nin 17.Sayısı'nda yayınlanmıştır.)