ALİ YALÇIN
İnsanı, haklarını ve emeği savunmak
Tarihin kırılgan bir evresinde, yeni tasarımların yapıldığı bir zeminde insanı ve hakkını yazmak. Gerçekten de, bu yazı, covid-19’a karşı bulunabilen tek yöntem olan ‘tecrit’in an itibariyle nasıl bir toplumsal yapı doğuracağına ilişkin şüpheler altında kaleme alınıyor. Bir taraftan, düşünüründen politikacısına birçok insan bu sürecin büyük sonuçlar doğuracağına ilişkin söylemleri, öte taraftan virüs ile korku arasındaki sarkaçta yaşamak zorunda kalan büyük kitleler. Kimi yorumcular, büyük kitlelerin korkusunu haklı çıkaracak tarzda yorumlar yapmaya devam ediyorlar. “Cangıla dönüşmüş dünyada” doğru cümleleri bulup çıkarmak, önümüzdeki dönemde insan için, insana dair güçlü cümleler kurabilmek, geleceğe ilişkin pompalanan karamsarlıktan kurtulmakla mümkün. Ben şüphesiz bir felaket senaryoların bahsetmeyeceğim. Zira insan demek umut demektir, her ne kadar dünya tarihinin son iki yüz üç yüz yılında insanlığın üzerine çöken sömürgecilik düzeni gerek gücüyle gerekse gücün verdiği şehvetle kurguladığı hegemonik diliyle eşref-i mahlukat olan insan üzerine kabus gibi çökse de. Fakat, kavramların oluştuğu evrenin çatırtıları arasında, doğruyu bulup çıkarmanın asgari şartı da, inandığınız değerleri mümkün olduğunca bu hegemonik dilden kurtarmaktan geçiyor.
İnsanın insanı kıyımının istatistiki bir ayrıntıya indirgendiği bir uzun yirminci yüzyılın ardından giren ve neredeyse çeyreğine bile ulaşmadan yirminci yüzyıldan uzun bir zaman yaşadığımız yirmi birinci yüzyıl da insan ve insanlık için mücadele verilmesi gereken bir dönem olduğunu hepimiz biliyoruz artık. Yirmi birinci yüzyılın ilk yirmi yılı, emperyalizmin geçen yüzyıl üretilmiş değerler adına milyonları ya katlettiği ya yerlerinden ettiği, coğrafyaları toza dönüştürdüğü ve çatışma ve şiddeti sistematikleştirdiği bir dönem oldu. Artık çatışmalar süreklileşti, neredeyse dünyanın yarısında çatışma ortamı var. Ve maalesef, bu çatışmalar demokrasi ve insan haklarını merkeze alan söylevlerin gölgesinde gerçekleşiyor.
Gelenek olmuştur, soğuk savaş yıllarının sonuna gidip “yeni dünya düzeni”, “tarihin sonu”, “medeniyetler çatışması” ifadelerini kullanmak. Her biri aynı hegemonik merkezde üretilmiş üç stratejik proje. Özellikle “düzen” fikri, emperyalizmin ve kaba kuvvetin meşrulaştırıcı aracı olmuştur. İş bu düzen fikrini besleyen iki ana kavram, demokrasi, insan hakları ve barıştır.
Bakınız 90’lı yıllarda baba H. W. Bush ne diyordu:
“Adalet ilkelerinin ve ‘fair play’in güçlüye karşı zayıfı koruyacağı, özgürlüğün ve insanlığın uluslar içinde yer bulacağı yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor.”
Oğul Bush ise babasından on yıl sonra şöyle diyordu:
“Yeni ölümcül sorunlar haydut devlet ve teröristlerden peyda oldu. Yeni düşmanların doğası ve motivasyonları günümüz güvenli ortamını çok daha belirsiz ve tehlikeli kılmakta. (…) Tek başımıza hareket etmekte, gerekirse düşmandan önce harekete geçip, meşru müdafa hakkımızı kullanmakta beis görmeyeceğiz.”
Ve ben tam da burada iki konuşmanın arasındaki bir tarihte çıkan “İnsan Haklarının Sonu” adlı kitabın bitiş cümlelerinde yer alan, -kitabın yazarı Costas Douzinas’ın deyimiyle- “kehaneti” paylaşmak istiyorum:
“Pragmatizm savunucuları ideolojinin, tarihin ya da ütopyanın sonunu ilan ettiklerinde, insan haklarının zaferine dikkat çekmediler; aksine, insan haklarına son verdiler. İnsan haklarının sonu, gayelerini kaybettiklerinde gelir.”
SÖYLEMLER VE GERÇEKLER
Nedir bu insan hakları? İnsan hakları ve eleştirel hukuk profesörü Costas Douzinas’ın yukarıdaki ifadelerine bakacak olursak, sonunu ilan ettiği bir ideal olarak insan hakları tarihi bir ara dönemi imliyor. Peki, bu kavramsallaştırma, yine batı merkezci, sömürgeciliğin oluşturduğu tarih perspektifinden dolayısıyla öteki oluşturan bir hukukun nesnesine indirgenmiyor mu, insan ve hakları?
Kavramların bu kadar aşındığı, hatta kavramların ve sözlerin kurşundan beter hale geldiği bir devirde, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan büyük kıyımın sonrasında batı “hukuk” literatürüne yavaş yavaş girdi “İnsan Hakları” kavramı. Fakat asıl 1948 yılında BM Genel Kurulu, dünya çapında, devlet yetkilileri tarafından yurttaşlara muamelenin asgari standartlarının bağlayıcı olmayan belgesini; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini yürürlüğe soktu. Daha sonraki süreçte imzalanan Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, İnsan Hakları kavramını uluslararası düzlemde teknik boyutuyla derinlik kazandırdı.
Fakat, şimdi değilse ne zaman diyerek, yukarıda sorduğum “insan haklarını bu tarihsellik içinde ele alırsak, insanı ve haklarını daraltmaz mıyız?” sorusuna cevap bulmak adına küçük bir kazı yapmak istiyorum:
Costas Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk adlı kitabında insan hakları idealinin köklerini dile getirirken “doğal hukuk, Yahudi ve Hristiyan Teolojisi, Aydınlanma idealleri, modern rasyonalizm ve postmodern çok kültürlülük...” ifadeleriyle bir kültürel atıfta bulunuyor. Douzinas devam ediyor; Fransız Devrimi ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Rusya Devrimi ve sonrası, Nazi ve Stalinist suçlar, Holokost ve yol açtığı evrensel değişim gibi başlıca olaylara, bugün “insan hakları hareketi” adı verilen şeyi yaratmak üzere işgallerin ve Batılı politikacıların öncelikleri gibi pek mühim olmayan olaylar eklenir.
Görüldüğü gibi, insan ve hakları tanımı yapılırken referanslar tek bir tarihsellik üzerinden veriliyor. Burada Kozmopolitizm çıkar noktası yapılmak istenebilir. Lakin referans noktalarını aşmak için kullanılacak dil, “ötekine özgürlük himmetinde” bulunan kozmopolitizm dili olamaz. Zira, kozmopolitizmin kendisi, insanı, yaratılış gayesini sınırlandıran, onu sıradanlaştıran ve yığınsallaştıran bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla, nispet noktalarını doğru seçmek durumundayız.
Bizler, söylemlerin örtemediği gerçeklerin muhataplarıyız zira. Dünya tarihinin son üç yüz yıllık döneminde oluşan oligarşik düzenin kavramsallaştırmalarının pek de masum olmadığını biliyoruz. Biz biliyoruz ki, biraz kazıdığımız zaman modern kavramların oluşum sürecinde hep bir “öteki” vardır, bu noktada bir dış ve iç çelişkisi vardır. Oysa insan bir bütündür. Kendine hastır, yaratılış gayesi gereği biriciktir. Ne var ki, aşırı yorumlar altında, katı tanımların şekillendirdiği bir dünyada, özellikle kapitalist enternasyonalizmin parçaladığı insanın haklarından bahsediyoruz. Bu insan, mutlak surette öteki oluşturmak, devamlı tedirginlik yaşamak zorunda kalan bir varlık haline dönüştürülmüştür, düzen tarafından.
ÖTEKİ OLUŞTURMADAN İNSANI SAVUNMAK
Memur-Sen olarak biz tam da burada konuşlanıyoruz. Yani öteki oluşturmadan, insanı emanet olarak gören bir eylem tarzına sahibiz. Kuruluş sürecimizin gerekçelerinden biri de tam da bu ilkeye dayanmaktadır. Buraya gelmişken, bu ideali besleyen konfederasyonumuzun tarihine girmemek olmaz.
Memur-Sen Konfederasyonun temeli, eğitimci, şair-yazar Mehmet Akif İnan ve arkadaşlarının 14 Şubat 1992 tarihinde Eğitimciler Birliği Sendikası’nı kurmasıyla atılmıştır. Memur-Sen’i oluşturacak diğer sendikaların da kurulmasıyla Memur Sendikaları Konfederasyonu, 9 Haziran 1995 tarihinde toplumsal dinamiklere, tarihi ve dini mirasın getirdiği hassasiyetlere sahip bir anlayışla kuruluşunu ilan etmiştir.
O güne kadar, emek kesiminin temsilciliğini üstlenen sol sendikal örgütlerin emeği ideolojik hedefleri için araçsallaştırdığı bir sendikal zemin söz konusuydu. Çeşitli siyasi parti ve kliklerin arka bahçesi olan bu yapılar, milletin değerlerine ve hassasiyetlerine karşı bir tavır içerisinde, topluma yabancı ideolojilerin taşıyıcılığını yaparken, mücadele yöntemi olarak da emeğin dinamizmini anarşiye yönelten, çalışanları kriminalize eden ve toplumsal fay hatlarını kaşıyan şiddet yöntemini tercih ediyorlardı. Emek kesiminin haklarını savunmayı ancak üye devşirmek için kullanan, amacı üyeye ve ülkeye kazandırmak olmayan, bilakis örgütsel hedefleri ülkenin ve üyenin önüne koyan bir anlayışla hareket ediyorlardı.
İşte böyle bir ortamda sendikal alana adım atan Memur-Sen, mücadeleyi insan, emek, adalet ekseninde ele alan, üyeye ve ülkeye kazandırmayı şiar edinen, sorunları müzakere merkezli bir mücadeleyle ele alan, milletin değerlerine yaslanan, emeği ve insanı, üyeyi ve ülkeyi bir arada düşünen bir anlayışı sahaya taşıdı.
Yukarıda ifade ettiğimiz insan hakları anlayışı, Memur-Sen’in sendikal anlayış ve mücadelesi için temel belirleyicidir. Hakları, ülkeyi, insanı, emeği kompartımanlara bölmeden, bir hakkı diğerinin parantezine almadan, mücadeleyi ücret mücadelesine indirgemeden, hayatı bölmeden, nerde bir zulüm varsa failine, nerde bir mazlum varsa kimliğine bakmadan herkesin haklarını ikirciksiz savunan bir anlayış...
Bu yönüyle, Doğu Türkistan’a, Filistin’e, Suriye’ye bigâne kalan bir emek mücadelesi Memur-Sen paradigması açısından eksik ve indirgenmiş bir emek mücadelesidir. Darbelere direnmeyen; millet iradesi için mücadele vermeyen; fakire, yoksuna, mazluma kucak açmayan bir emek mücadelesi bencildir, bu topraklara yabancıdır.
İNSAN HAKLARI KAVRAMINI ÖZGÜRLEŞTİRMEK
Bugüne kadar edindiğimiz tecrübeler, geliştirdiğimiz uluslararası eylemler, bizim öncelikle kavramları doğru zemine çekerek, en azından istismarının önüne geçmek adına bazı gerçeklerin altına çizmemiz gerekiyor. Yukarıda insan ve haklarını daraltan tarihi perspektife ilişkin açık cümleler kurduğumu düşünüyorum. İşte biz bu dar kalıp evreni aşıp, insana ulaşmamız, insana hizmet etmemiz gerekiyor.
Başka tarihler mümkündür, dolayısıyla başka dünyalarda. Kapitalist sömürünün ötesine geçip bu dünyayı ortaya koymak zorundayız artık, insanı ve haklarını savunmaya devam etmek istiyorsak.
Birinci ilkemiz, biz öteki oluşturmadan bütün varlığın birliğine ve kardeşliğine atıf yapıyor, işbu varlığın dirliği bizim en öncelikli vazifemizdir diyoruz. Zira, can, akıl, mal, nesil ve din gibi beş amacın ehemmiyetini sağlayacak anlayış budur.
İnsan eşref-i mahlukattır. Dolayısıyla, insanın hürriyetini sağlayacak fikirleri savunmak, insanın şerefini savunmak anlamına gelir.
Aslına bakılırsa, kapitalist sömürü düzeni, cilalı söylemler devridir. Birçok kavramı istismar etmiş ve insanlığı söylemlerle baştan çıkararak yalıtılmış bir varlığa dönüştürmüştür.
Biz, bu noktada, uluslararası ölçekte geliştirdiğimiz toplantılarla, dünyanın dört bir yanında paydaşlar oluşturarak, kapitalist stratejiye karşı “Dilimiz, dinimiz, rengimiz, görüşlerimiz ve ideolojimiz farklı olabilir. Ama alın terimizin rengi aynı. Gözümün rengi farklı olabilir ama gözyaşımızın rengi aynı.” diyerek küresel ölçekte insanı savunuyoruz.
Elbette bu fikrin kökleri medeniyetimizi oluşturan inanç sisteminde gizlidir. Özellikle İslam tarihinden Hılful Fudul örneği bizim stratejimizi şekillendiren bir örnektir. Hılful Fudul vicdan sahibi, duyarlı insanların, Kabile fark etmeksizin bir araya gelerek, hiçbir insanın rengine, ırkına, şekline bakmaksızın, herkesin hakkını hukukunu korumak için oluşturulan bir teşkilattır. Hz. Peygamber, kendisine nübüvvet geldikten sonra ‘bugün dahi çağırsalar orada (Hılful Fudul) bulunurum, orada bulunuşumu bir sürü kızıl deveye değişmem’ demişti.